Friday, March 28, 2008

izmir

Geçen Pazar günü ablamın eşi, kayınvalidesi, beyazıt ve berat arabayla izmire gittiler. Berat birkaç günlüğüne, diğerleri birkaç aylığına. İçlerinde izmire gitmeye tek hevesli beyazıttı, olacaklardan haberi olmadığı için. Kendisi İzmir denize girmeye, güneşlenmeye gittiğini sanıyordu. Telefonda konuştuğumuzda ‘ teyze biz izmire gideceğiz, ama hep orada kalacağız. Ben orada denize gireceğim, güneşleneceğim. Mayom yok ama oradan alınca onu buraya da getireceğim. Şemsiyemi de götüreceğiz, güneşlenirken onu açacağım. Yüzeceğim’vs vs. hastaneye gidecek misiniz diye sorduğumda biraz sustu ve ‘yooo’ dedi. Canım benim, ne kadar ona chucky (Mehmet eşkıya diyor) desek de annem de ben de çok üzüldük. Olacaklardan haberi yok. Halbuki iğneden, hastaneden öyle korkuyor ki. İzmirde ondan ilk kan alma teşebbüsünde iki kere iğne çıkmış ve iki tüp kanı da alamadıkları için sonrya kalmış. Sanırım bugün yani Cuma günü aldılar. Pazar akşamı annem ablamda kaldı. Evde berat ve annem olmayınca öyle garip, öyle sessiz sakin oldu ki. Pazar günü 3. filmimiz cengiz hana gittik. Manzara ve kostümle harikaydı ama filmdeki her şey gerçeğe uygun değilmiş (Mehmet cengiz hanla ilgili tüm belgeselleri seyrettiği için bu konuda uzman sayılabilir (defne joy foster’ın kanal 8 deki programında yarışsa uzmanlık alanı olarak cengiz hanı seçebilir)). Film sonrası ablamlara gidip muhammedin pansumanını yaptım. Pazar günü biraz huysuz ve biraz sinirliydim. Pazartesi seyrettiğim programda boğa burçlarının son iki günde biraz sinirli olabileceklerini söyleyince akşam Mehmet gelince ondan Pazar günkü kaprislerim için özür dileyip, burcumla ilgili bahaneyi söyledim ve giderayak Pazar akşamı ablama da huysuzluk ettim. Pazar akşamı sabah görüşmek üzere vedalaştık. Pazartesi sabahı mehmeti yolcu edip, babamı kaldırdım. Hazırlanıp çıktık. Gittiğimizde eşyaları dışarı çıkarmaya başlamışlardı. Ablam ve muhammed onları arabaya kadar uğurlayan herkese veda ettiler ve yola çıktık. Hasta insanların uçakla yolculuk etmesi için doktor raporu almaları gerekiyor ve muhammedin böyle bir raporu olmadığı için tüm hafta sonunu ya uçağa binemezse stresi ile geçirdim. Halbuki binemezse ertesi günü biner yani, kendimi o kadar sıkmaya ne gerek var ki? Yolda muhammede hasta olduğunu kimseye belli etme diye tembih ettim. Tabii ablama da birkaç şey söyledim. Bagajları babamla ben verdim. 15 kg fazlalıkları vardı ve arkamızda olan ve benim önüme geçme hamlesi yaptığı için benim neredeyse kavga edeceğim (içimden geçirdim) kıza valizin tekini verdik. Muhammed uçakta muhakkak wc’ye girer. Çocuğun uçaktaki wc’lere merakı var. Bu sefer onu zorla tuvalete gönderdik ve uçakta gitmemesi gerektiğini söyledik (hijyen açısından). Bilet kontrolden maskesiz geçti ve salonda da bir müddet maskesini takmadı. Uçağa binince takmış ve hosteslerden biri gelip sormuş. Ablam da kalabalıklarda hassas olduğu için enfeksiyon kaptığını, başka bir şeyi olmadığını söylemiş. Annem arkalarından biraz ağladı. Babam bizi ablamların evinin önüne bıraktı ve beratın arabasıyla eve döndük ve birkaç saati annem de ben de uyuklayarak geçirdik.
Ablamlar izmire varınca hemen o gün eşyalı bir ev tuttular (daha önce nail olan buradan bir çocuğun kaldığı evi), ablam pek beğenmeyip bayağı bir canımızı sıksa da (o da Muhammed enfeksiyon kapar diye korkuyor gerçi) ona hastanede kalacaklarını canını her şeye sıkmaması gerektiğini söyledik.
Ablamın kayınvalidesinin samsundaki evde bir yardımcısı vardı, çocukların deyişiyle Nuriye hala. Yardımcı dediysem paralı değil. Zamanında zor günlerinde bu kadın bekarken babası ile arası bozukmuş, bunların evinde kalmış. Şimdi o günlerin hakkını ödemek için hem ablamın hem kayınvalidesinin hem de görümcelerinin evini temizliyor, dikişlerini dikiyor (hem de çok becerikli), birlikte alışverişe çıkıyorlar. Bu nuriyenin anlamadığı iş yok, iyi akıl hocası aynı zamanda. Maddi durumu kötü olmasına rağmen hiçbir yere temizliğe vs’ye gitmiyor. Ablam zorla hakkını vermeye çalışıyor, tabii hemen iş sonrası değil. Sanki ev halkından biri gibi. Ona hadi temizlik yapalım falan demiyorlar, bir bakmışsın Nuriye halıyı, kilimi kaldırmış silkeliyor. Nuriye hakkında konuşunca hep aklıma verda geliyor. Onun da yardımcısı var, gül böceğinin bakıcısı ama ocak ayında birlikte kalırken verda sürekli ‘bizim evin halleri’ndeki pembe gibi (yani Nuriye gibi) birini istediğini söylerdi. Şimdi ablamların izmirdeki evde de bir Nuriyeleri olması lazım ve annemin de onun gibi bir kadına ihtiyacı var. İzmire gitmeden önce ablamla şuayip abi aralarında konuşurken şuayip abi ‘bari nuriyeyi klonlayalım, başka çaresi yok’ demiş. Ablam anlattığında bayağı gülmüştük.
Hafta içi beratın arabası bende olduğu için iki kere havuza gittim. Yüzücülerin atladığı yerden birkaç kez havuza atladım ama sanırım burnumu suya çarptım (öyle tahmin ediyorum) bayağı acıyor ve üstü kızardı. Sadece 1 saatcik ama yine de iyi geliyor. 1 saat için arabayla 30 dk lık belki de daha fazla yol gidiyorum. Ayşenurla Çarşamba günü alışverişe çıktık. Bayağı yoruldum. Çarşamba akşamı ona söz verdiğim seyahat yastığını diktim, kot kumaştan. Çok şeker oldu. Perşembe günü akşam okul gezi için arkadaşlarıyla beraber Çanakkale ve bursaya doğru yola çıktılar. Söylediğine göre arkadaşları yastığına bayılmışlar. Aslında bir de göz bantı yapacaktım ama uygun incelikte lastik bulamadığım için yapamadım. İnşallah bu hafta da onu yapacağım. Bugün Cuma ve bugün muhammedin iki dişi çekilmiş. Bir tanesi azı dişi (dişlerden pek anlamam) olduğu için bayağı hırpalanmış. Tüm hafta boyunca tahliller yapıldı, vücudunda enfeksiyon vs odağı olmaması için. Pazartesi İnşallah ilik nakli yapılacak servise yatacaklarmış. 15 tane nevresim ve bir o kadar da Muhammed için pijama istemişler ve bol miktarda hem Muhammed hem de ablam için iç çamaşırı almalar gerektiğini söylemişler. 1 aylığına servise yatacaklarmış ve ikisi de kaldıkları odadan dışarı hiç çıkmayacaklarmış. Tabii dışardan kimse ile de görüşmeyecekler. Telefona izin verecekler mi bilmiyoruz. Her şeyleri sürekli sterilize edilecekmiş. Ablamın iç çamaşırları vs de dahil. 1 ay 1 odada nasıl geçer? Allah yardımcıları olsun. Bu arada beyazıta da kateter takılacakmış. Tabii ablam muhammedin yanında olacağı için beyazıtı göremeyecek. Yanında babaannesi kalacakmış. O kadıncağız da öyle yaşlanmış, öyle kötüleşmiş ki insan şaşırıyor. Muhammedin hastalığı onu resmen eritti. Ablamı da çöktürdü. Halbuki herkes onu bizim en küçüğümüz sanırdı.
Bugün annemle evden çıktık ve önce daha önceleri babamın yanında çalışan elemanlardan birinin evine bebek görmeye gittik. Biraz sohbet, bebekle ilgilenme ve bir şeyler yeyip çıkma. Fazla kalmadık çünkü cumartesi berat geliyor ve arabayı alacağı için tüm işlerimizi yapalım dedik. Sonrasında hasta ziyareti, babamın kuzeninin eşi kalp ameliyatı geçirmiş onu ziyaret ettik. Bana hiçbir şeyi kafama takmamamı önemli olanın sağlık olduğunu söyledi. Bir insan başkasının derdinden ne anlar ki?
Sonra asiye ablamı ve ümmühanın çocuklarını alıp en küçük amcamın evine gittik. Herkes oraya hayırlı olsuna gitmişti (Meryem asiye ablamın oğlu ile nişanlandı, yani ümmühana elti olacak). 2 saat kadar oturduk. Mehmet bu akşam nöbetçi olduğu için fazla acelemiz yoktu. Benim için iyi oldu. Yengemleri görmüş oldum. O da beni gördüğüne pek bir memnun oldu, beni çok özlemiş. Teyzemi de gördüm, beni pek sevmez. Bana hep tuhaf tuhaf bakar, benimle pek konuşmaz. Ayda yılda bir konuştuğunda da ‘doktor yeğenim’ deyip yağ yakmaya çalışır ve bu da beni sinir eder. Eve geldiğimizde babam eve gelmişti. Üst kata çıkıp vakit geçirdim. Mehmet de ben de 1 seneden daha fazla süredir nöbet tutmadığımız için onun şimdi nöbette olması biraz garip geliyor. Bu mecburi hizmetteki ilk nöbeti. Sanırım benim kura da nisanın 15 inde belli olacakmış (duaya ihtiyacım var).
bu kadar zaman bekledim, resim koymak için. ama yine yok ve ben de yayınlamaya karar verdim.

Thursday, March 20, 2008

dün muhammed tekrar hastaneye gitti. akşam hastanede kalmamak için o da ablam da ellerinden geleni yaptılar ama nafile. muhammede kateter takılacak. ona ne kdar kolay olduğunu vs anlattım. akşam babamla anlaştık, sabh erkenden bir yere gitmesi gerekiyormuş sonra eve dönüp arabayı sana bırakırım dedi.
sabah mehmeti işe uğurlarken babam ve amcam döndüler. mehmt bu ne ya sanki kurtlar vadisi, sabahın 06:50'sinde bunlar nereden geliyor böyle dedi ve gitti.
babam ve amcam sabah kahvltısına davetlilrmiş, ona katılmışlar ve ben arabayı istiorum diye eve geri gelmişler. babam tüm gün boyunca evdeydi. annemle kahvaltı edip evden ayrıldık. muhammedi kısa süre içinde almayı geldiler. bu arada gece annesinin dizlerine yatıp korkuyorum diye biraz ağlamış. annesi, babası, annem ve bn hep birlikte amliyathanenin kapısına kadar gittik. beni de içeri istediği için içeri girdim. sadece uyutana kadar başında kalabildim sonrasında çıkarttılar. 1.5 saat kadar içerde kaldı. ablmla polklinikte biraz oturduk ve o kahvaltı etti. sonra biz de kapının önüne gittik. annem sürekli bir o tarafa bir bu tarafa hasta taşıyan personeli izleyip sonrasında da başım döndü bu adamın gidip gelmelerinden deyip durdu. muhammed çıktığında çok ağlıyordu. annnee beni kurtarın diye bağırıyordu. odaya nasıl gittiğimizi şşırdık. hemen ağrı kesici yaptırdık. bana bayağı kızmış, teyze sen yalancısın dedi ve göğsüme öyle bir tekme attı ki neye uğradığımı şaşırdım. Allahtan sağ tarafa attı, sola atsa herhalde kalbim dururdu. muhammed o haldeyken ablam da kötüleşti, ablamı hastane tutar da. iyi ki on benzememişim. muhammed ağrı kesicinin etkisiyle uyurken onlar da eve gittiler. ama muhammedin uyanması fazla geikmedi ve annesinin kantine gitmediğini ona söylediğimde acayip sinirlendi. bir daha yalancı damgası yedim. ablama da telefonda demeiğini bıramadı 'ben burada acılar içinde kıvranıyorum siz orada keyif çatıyorsunuz'. ablamlar apar topar geldiler. biraz daha kalıpçıktım ama muhammedin de gözünden tamamen düştüm. ama katter benim bildiğim kateterden değilmiş nerden bilebilirdim ki?
iyi haber pazartesi apar topar ablam, eşi, muhammed, beyazıt ve babaanneleri hep birlikte izmire gidiyorlar hımm bir de kardeşim berat. oraları iyi bildiği için (orta ve liseyi orada okudu). sanırım 6-7 ay kadar oradalar.

Tuesday, March 11, 2008

mart 2008

Bugünlere canım hiç yazmak istemiyor. Dün geceden beri boğazım ağrıyor, nazone konuşuyorum ve burnum akıyor. Mehmet her zamanki gibi 23 civarında yattı ve ben aşağı oturma odasına tv başına indim. Monk’u izledim ve yazmaya başladım.

Mehmet her gün bakanlığın sayfasına bakıyor, bir haber var mı diye, ama şimdilik bir şey yok. Ablamlar bu Perşembe Muhammedi istanbula doktora götürüyorlar (içlerini rahatlatmak için), tetkikleri iyi çıkmadı. Atladıkları ağır kemoterapiyi uygulayacaklarmış. Yakında tekrar yatacaklar yani.

Bugün kardeşimin eşi selda hastaneye yattı. Gebe ve şekeri yüksek, şeker regülasyonu için. Doğum erken olabilirmiş. Annem endişeli ya onlar umrede doğum olursa diye. Bu aralar öyle karışık, bilinmez durumlardayız ki, muhammedin hastalığı, bizim tayin ve taşınma, bir şehire yerleşme, seldanın hastanede kalışı, küçük recep’in doğumu.

Geldiğimizden beri Avrupa yakasını seyredemiyoruz, çünkü tesadüf eseri her hafta Çarşamba günü bir aktivitede bulunuyoruz. Bu Çarşamba yani yarın muhtemelen kız kardeşime çaya gideceğiz. Geçen hafta ise ablamlar ve kız kardeşimler hep birlikte acem tekkesine gittik, türk sanat müziği dinlemek için.

Güzel bir yerdi, beğendim. Sanırım bu sene restore edilmiş ve hizmete girmiş. Ablamın eşi genelde her akşam arkadaşlarıyla buluşmay buraya gidiyor. Zaten biz oradayken de yan masaya gelen her adam önce bizim masaya uğrayıp ona selam verip , sonra yan tarafa oturdu.

Onun da aklı yan masada gibi duruyordu. Bizim ağabeymiz olmadığı için kendisini ağabeyimiz gibi çok severiz. Mehmet oraya bir daha gidersek türk halk müziğine gidelim diyor. Bakalım İnşallah sözde kalmaz. Tabii bunun için hepimizin sıhhat ve afiyette ve samsunda olma zorunluluğumuz var.

Hafta sonu her zamanki gibi planı ben yaptım ve cumartesi doğuparka gidip yürüyüş yaptık. Bayağı güzel bir yer. Biz küçükken samsunun sahil şeridi pk iyi kullanılmazdı ve her yer leş gibi kanalizasyon kokardı. Bu belediye başkanı sahili gerçekten çok güzel yapmış. İnsanlar piknik yapıyorlardı, bazıları yürüyor, bazıları da aletlerde spor yapıyorlardı. Mehmetle haftaya hava güzel olursa buraya pikniğe gelmeye karar verdik. yemeğe mutena denen saathane meydanına yakın olan restauranta gittik (babamın tavsiyesi ile).

Lüks bir yer değil, manzarası da yolun karşısındaki balıkçı. Ama yemekleri bayağı güzeldi ve ben annemle bundan sonra çarşıya gittiğimizde burada yemek yemeye karar verdim. Yemekler güzeldi ama hizmet o kadar d iyi değil. Aslında iyi de biz d.bakırdaki hizmeti gördükten sonra kolay kolay tatmin olmuyoruz. Yemek sonrası yeşilyurta gidip mehmete cep telefonu baktık. Cep telefonu bayağı, bayağı eski ama o telefonu iyice kafayı yiyene kadar değiştirmemeye kararlı. Aslında çoğu zaman sorun çıkarıyor, kendi kafasına göre numaraları siliyor, menüsü açılmıyor ve onu çıldırtıyor ama o hala iyice….. kafayı yemesini bekliyor. Nokia almak istiyor, onun baktığı telefonu satıcı kız gençlerin müzik dinlemek için aldığını söyledi. Yüzden şimdi ne alacağına karar veremiyor. Bana kalsa en son ne çıkmışsa (N95) onu alırım. Navigasyon özelliği var ve ben bu özelliğin olmasını istiyorum. O da senin telefon eskiyince sana alırız diyor. Bakalım ne yapacağız?

Avm’den çıkınca deniz kenarında biraz oturduk ve dalgaları seyrettik.

Pazar günü geç kahvaltı sonrası kirazlığa mobilyacı gezmeye gittik.

Hoşumuza giden bir şey bulamadık. Casa’daki oturma takımları ve güven mobilyadaki yatak odasının üstüne bir şey beğenemedik. Sonra şehre döndük ve arabayı bırakıp çiftlik (bir caddeye böyle deniyor,samsunun Bağdat caddesi. Ama yakından uzaktan alakası yok.)’te yürüdük. Madoda dondurma yedik. Orayı hiç sevmedim. Tıkış tıkış bir alan, ufacık ve her yerinde sigara içiliyor ve çok gürültülü. Sadece güzel bir dondurma yemek için böyle bir ortama tahammül edilebilir mi? Sonra sahilde kısa bir yürüyüş yaptık, ben üşüdüğüm için uzatmadık. Yemeğe geçen haftaki gibi gülhana gidelim dedik. Biz ünideyken reyhanla her öğle yemeğine oraya giderdik. Okulda sadece bir kez yemek yemiştim. O zamanlar orası bu kadar pahalı değildi. Sonraları pahalandı ama bizde alışkanlık olduğu için gitmeye devam ettik. Bayağı büyütmüşler, kış bahçesi yapmışlar. AB den de destek almışlar, kış bahçesi için. Geçen hafta hem ortamı hem de yemeği beğenmiştik ki bu hafta kış bahçesinde yer olmadığı için yuvarlak salonda yemek yedik. Tam bir sinir harbiydi. Servis, yemek her şey berbattı. Sonunda kalkınca Mehmet gidip garsonu kasadaki bayana şikayet etti, umarım dikkate alırlar. İyi hizmet almak için, güzel bir yemek için gittik ama felaketti.

Bu günlere mehmetle akşamları iz tv’de ömür biter ist. bitmez kitabının yazarlarının hazırladığı programı seyrediyoruz. Ben de kitabı da var ve onu okuyarak istanbuldaki eserler hakkında bayağı bir şey öğrenmiştim. Ama bu program daha öğretici. Hem anlatıyorlar hem de geziyorlar. Arada konuşuyorlar, sohbet ediyorlar. Bu hafta bizim istanbuldaki evimiz civarını gezdiler.

Monday, February 25, 2008

samsundayız

Samsundayız. Cuma günü mehmetin raporunun süresi dolduğu için ve hastaneye başlaması gerektiği için Perşembe günü 06:50 de anneme ve babam el sallayarak yola çıktık. Sabah kahvaltımızı sapancada yaptık. Daha önce yazmış mydım bilmiyorum ama sapanca adı ne zaman geçse mehmetle aklımıza d.bakırdan dönerken yaptığımız konuşma geliyor. Tartışır gibi olmuştuk. Ben ona beni balayına sapancaya götürmediği için kızmıştım. İlk günlerde gitmeyelim sonra gideriz demiştik ama sonra mehmetin tezi, sınavı, sonra da askerlik derken o gün hiç gelmedi. Bu çağda maddi durumu en kötü olan insan bile gidiyor. İçimde bir ukde. Sadece mehmetle elele tutuşup göl kenarında gezinmek istiyordum.

Neyse sapancada bercestede kahvaltı ettik, hediye götürmek üzere bir şeyler aldık (hünnap, gün kurusu). Yollar gayet güzeldi. Yol üstündeki aytaç tesislerinde durup resimler çektik, Mehmet babasına senin fabrikanın önünden geçtik dedi (yimpaşzede). Bayağı büyük tesis. Tosya ve osmancıkda manzara çok güzeldi. Tosyada yemek yedik, osmancıkda çay içtik. Tosyanın pirinci ünlüymüş, durup pirinç aldık. Osmancıkta ulusoyun tesisinde durduk. Ordan da leblebi aldık. Samsun il sınırına geldiğimizde yolda oyalandığımız için biraz geç olmuştu. En çok kar buraya yağmış. Doğruyu söylemek gerekirse biraz korktum. Mehmete yavaş gittiği halde sürekli yavaş git deyip durdum. Eve geldiğimizde annemler evde yoktu, geçen hafta vefat eden ismet amcanın (azizin babası) mevlüdüne gitmişler. Eşyaları yukarı taşıdık. Annemler bayağı geç geldiler.

Cuma günü gidip hastanede mehmetin başlangıcını yaptık. Diğer doktor iyi birine benziyor, Bulgar göçmeni. Yalnız orada kötü bir süprizle karşılaştık. Bir hafta önce ankaraya bakanlığa gittiğimizde kesinlikle ordu ili dahilinde doktor fazlalığı var derken bugün her iki ilçeye birden kadro açmışlar. Şok olduk, diğer doktor ve başhekim de dahil. İsmaili gördük (taksim nrş’den) bizimle bayağı ilgilendi. İşlerimizi çok kolay hallettik. Tüm günümüz çay içmekle geçti. 4 te çıktık ve ulusoyun termedeki tesisinde pide yedik. Çok güzel bir tesis ve pidesi de harikaydı.

Ertesi gün akşam ablamlar geldiler. Muhammedi nasıl göreceğimi merak ediyordum. Canım benim aynı küçüklüğündeki gibi çok şekerdi. saçları pırıl pırıl, ipek gibiydi. sanki hiç hasta değil gibi. gülüyor, eğleniyor. hasta olduğu için her istediğini yapıyorlar. cep telefonunun biri gidiyor biri geliyor. kıyafetleri hep adidastan. okula gidemediği için çok üzülüyormuş. ablam canı sıkılmasın diye beyazıtı da göndermiyor, zaten beyaztın kendisinin de canına minnet. muhammedin bu hafta tetkikleri çıkacak, bekliyorlar. İnşallah iyi sonuçlar alırlar da artık kemik iliğine gidebilir.

Onlara aldığım her şeyi çıkarıp gösterdim. Muhaamed ona fazla bir şey almadığım için çok bozuldu. Bu sefer en fazla kıyafet beyazıta oldu.

Pazar akşamı evde miskin miskin otururken ve ümmühanı beklerken ablamlar hidayetlerle birlikte yemeğe gitmişler, illa siz de gelin dediler. Yemeğe gittik, ordan da güzel bir kafeye tatlı yemeğe. Çok güzel geçti. beyazıtın yaramazlıkları dışında.

Sonra son sürat eve geldik çünkü amcamlar gelmişler bizi bekliyorlarmış. Bir deümmühanlar. Ümmühan onu da çağırmadığımıza çok bozulmuş ama ben napayım biz de gittiğimizde millet yemeğini bitirmiş, çay içiyordu.

istanbul'da uzun bir tatil

Perşembe günü sabah erkenden samsuna doğru yola çıkmamız lazım. Mehmetle içimize hüzün çöküyor. Ama geçen hafta ki kadar çökemez herhalde. Geçen hafta sevgililer gününde mehmetle adsl’i kapattırmaya gittik (evimiz ve geleceğimiz hala belli olmadığı için kapattırmaya karar verdik). O gün annemle Muhammed hakkında konuştuğumuz ve annem de hiç iyi haberler vermediği için onun da bende oluşturduğu moral bozukluğuyla kötü bir ruh hali içindeydim. Mehmetin de son günleri olduğu için canı sıkkında. Evimize dönerken kafamızdan neler geçti neler. Mehmet’in bugünlere canı evimiz olmamasına çok sıkılıyor. O gün bütün günü boş boş geçirdik. Ertesi gün ise Mehmet ani bir kararla il sağlık müdürlüğüne gidip bütün günü rapor almaya uğraşarak geçirdi.
Buradaki günlerimiz bitti. Buraya yoğunluktan fazla yazamadım ama her günüm dolu dolu ve güzel geçti. Kalabalık evde yaşamanın zorluklarını bayağı bir hissetsem de ileri de güzel birer hatıra olarak kalacaklar.
Sanırım 23 ocaktı, gül böceğinin bir kız kardeşi oldu, güldane. Sabah Mehmet, Sinan bey, verda ve ben erkenden kalktık. Mehmet markete gidip loğusa şekeri için alınması gereken ama benim unuttuğum şekeri ve kahvaltı için ekmek aldı. Bizim odamızda kahvaltı ettik. Verda da gül böceğine bir şeyler yedirdi. Ben kahvaltıyı yarım yamalak yaparak loğusa şerbetini hazırlamaya başladım. Erkekler annemi almaya gidince verda ile ben de hazırlanmaya başladık. Kendimi kurbanlık koyun gibi hissediyorum dedi. Çıkmadan biraz ibadet edeyim ne olur ne olmaz dedi. Annem yenge hanıma akşam termosun yerini sormadığı için okula telefon açıp termosun yerini öğrenmiş. Sinan bey her ne kadar yapmasan olmaz mı şu şerbeti dese de ben yaptım. Annemi alıp geldiklerinde verda aşağı indi. Mehmetin yukarı getirdiği termosa şerbeti koyup hızlıca evden çıktık. Hastane kavşağına geldiğimizde Sinan bey kavşağı kaçırdı ve hastaneyi bulmak için bayağı dolaştık. Hastane (verdanın doktoru sürekli orada çalışıyor diye, ona kolaylık olsun diye) 3. sınıf bir hastaneydi (JFK). Evimizin yakınındaki hastaneler oradan bin kat daha iyiydi. Odaya yerleşmemiz biraz zaman aldı, hazır değilmiş. Odaya yerleştikten kısa süre sonra verdayı almaya geldiler. Biz ameliyatına girmedik. Giderken onu öptük ve anesteziste söylemesi gereken şeyleri söyledik. Sonra önce bebek geldi. hemşire gözümüzün önünde bir odada (camlı bir oda) çeşmede ilk banyosunu yaptırdı. Öyle rahat yıkıyordu ki mehmetle yeni doğan bebeklerini yıkamakta güçlük çeken çiftleri hatırlayıp (arife-bayram gibi) güldük. bebek gül böceğinden daha güzeldi ve bize de bayağı uğurlu geldi. gül böceği mehmeti hiç sevmediği için mehmet 'güldane in, gül böceği out' sloganını sık sık kullandı. uzun zamandır tamirde olan arabamız nihayet tamirden çıktı ve bir de mehmetin özelden almayı ummadığı para hesabımıza yatmış. Bizimle beraber katta bulunan herkes de bebeği seyretti. Daha sonra mehmetle birlikte aşağıdaki çiçekçiye indik. Çiçekler bayağı kötüydü ve biz de arayarak bir çiçekçi bulduk. Bir tane Sinan bey için bir tane de bizim için çiçek siparişi verdik. Verda geldiğinde gördük ki sadece epidural yada spinal yapılmamıştı. Hem de uyumuştu. Epidural yapılmış, damara girilmiş ve ilacın bir kısmı yanlışlıkla oraya verilmiş. Sonra spinal yapılmış, sonra da nedense uyutmuşlar. Anestezi uzmanı ben böyle hasta görmedim, bir daha da doktor uyutmayacağım demiş. Verdaya hastanedeki arkadaşları ‘aaaaa bu devirde hala genel anetezi mi?’ dedikleri için genel anestezi istememiş ama sonrasında çok pişman oldu. Çünkü bir hafta süreyle şiddetli başağrısı çekti. O gün odamıza gelen herkese şerbetimizden ikram ettik.
Bir de çikolatalarımızdan. Akşam biz Sinan beyle hastaneden ayrıldık, annem verda ile kaldı. Akşam yenge hanımlar, kuzucuklar da ziyarete gitmişler. O akşam eve vardığımızda evimizin içi tarçın ve karanfil kokuyordu (şerbeti yaptığım tencereyi yıkamadığım için). O akşam Sinan bey gül böceğini de alıp geldi ve akşam gül böceği babası ile yattı. Ertesi sabah Mehmet Sinan beye erken kalkıp hastaneye git demesine rağmen Sinan bey bizimle birlikte kahvaltı yaptı ve iki taksi tutarak onlar hastaneye biz de derindereye (zeytinburnu) gittik.

Arabamız nihayet tamirden çıktı. Arabayı alınca bakırköydeki alışveriş merkezine gittik. Biraz alışveriş yapıp akşam karşısında açılan yenisine de girdik. Güya o gün Sinan bey de bize katılacaktı ama hastanede annemden ve verdadan fırça yemiş. İkisi de hastanede bayağı sıkılmışlar. Bir de verda biraz kötüleşmiş, annem bayağı korkmuş. Mehmetle biz şikayetlerini dinleyince bize konversif gibi geldi gerçi (psikolojik). Akşam hastaneye gidip Sinan beyi ve gül böceğini alıp taksime gittik ve çılgın dürümcüden dürüm aldık. Akşam yemeğimiz bu dürümlerdi.
Cuma günü verda hastaneden çıktı. Yeni bebek, güldane benim ceviz sandığımın üstündeki yatakların üstüne yatırıldı (gül böceği de ona yetişemesin ve zarar vermesin diye. Çünkü bebek için çirkin, yaramaz kelimelerini kullanıyordu).
O hafta bizim için hiç kolay olmadı. Kalabalık bir ev ve sürekli baş ağrısından şikayet eden bir loğusa. Sezeryan ağrılarını hiç hissedemedi bile. Birkaç gün ona serum taktık, şikayetlerini dinledik. O günlerde bizimle birlikte Sinan bey de gezdi ve işi daha ileri boyuta taşıyıp abd’ye kongreye gitti. Onun yokluğunda gül böceği bize bayağı alıştı, Babasının yokluğuna da tabii. Babasının gelmesine birkaç gün kala ona ‘baba amerikada’ demeyi öğrettik. Peti amcası ile her sabah yavaş yavaş ekmek almaya gidiyordu ve kendine de yumurta (çikolata) alıyordu. Artık peti amcaya çok fazla ‘sen yaramazzssın’ diye bağırmıyordu. Benim evde giydiğim yeni ayakkabılarıma kafayı takmış, illa kendisi giymek istiyordu. babası abd den dönünce ona aldığı ayakkabılardan birini giyip mutfağa (ben bulaşık yıkarken) geldi ve bir kendi ayakkabısına bir benimkine bakıyor ve 'baak' diyordu.

Bol bol çantamı karıştırıyordu. Geceleri odamıza gelip sadece bana iyi geceler öpücüğü veriyor, kapımız kapalı ise ‘sen napıyorsun orda’ diye bağırıyordu. Bu kadar ayrıntılı yazıyorum çünkü ileride belki de bu yazıyı gül böceği ve güldaneye gösteririm.
Sömestir tatili başlayınca ayşe abla geldi. ama gelişi biraz olaylı oldu. Metro otobüs şirketiyle gelirken bolu dağında kaza yapmışlar ve ayşe abla yüzünü öndeki koltuğa çarptığı için gözü ve burnu morarmıştı, sanki dayak yemiş gibi. Çubuk kraker de de morluk vardı. ertesi gün amcaları sapancadan otobüse bindirip istanbula yolladı. Onlarla bir gün arnavutköye gittik, hava bayağı soğuktu. Götürdüğüm termos sayesinde kahve içtik ve bir şeyler yedik. Ama dönüş benim için hiç kolay olmadı. Çünkü gül böceğini araba tutuyor ve yediği her şeyi eteğime ve çizmeme kustu. Oradan kumkapıya gidip balık aldık ve akşam balık yedik. Ayşe abla akşam bizde kaldı. Çubuk kraker de bizim odada yerde yattı.
Bir kez de çubuk krakerle birlikte nişantaşına city’s e gittik. Bayağı pahalıydı. Sadece bir ayakkabıcıda yazlık ayakkabı beğendim. Orada yemek yedik ama yediğimiz sandviçler bayağı pahalıya geldi. aslında ben o gün kurtuluşta galeye gidecektim ama Mehmet nerede olduğunu bilmediğimi öğrenince porselen aldık ne işin var porselencide deyip beni nişantaşına yönlendirdi. Çubuk kraker ve kardeşi ile bir gün de bize yatak odası (sayfada sağ üst köşedeki) takımı bakmaya gittik, beğendiğim takım 16000 ytl idi. Hepimiz bayıldık. Suadiyede başka bir mağazaya daha gittik, orada yatak odası takımı beğenmedim ama yemek odaları harikaydı ama fiyatları almış başını gitmiş. O günlerde balık ‘amcalarım çubuk krakeri daha çok gezdiriyor, beni gezdirmiyorlar ‘dediği için Mehmet ona bayağı kızdı. Ama bu işten daha çok ebeveynini sorumlu tuttu.
Ondan önceki gün mehmetle eski hastanemize gittik. Oraya gitmeye o kadar hevesleniyordum. Hiç zevk almadım. Eskisi gibi olmuyormuş, orada misafir oluyorsun ve misafir olmak hiç de eğlenceli değil. Birkaç gün sonra Mehmet tekrar gitmek zorunda kaldı ama ben gitmedim.

Kariyeye bir kez daha gittik ama içeri girişin 10 ytl olduğunu öğrenince (annem, ben, Mehmet ve gül böceği) biraz pahalıya mal olacak diye girmedik.

Onun yerine Edirnekapı mezarlığına gidip Mehmet akif ersoy’un kabrini ziyaret ettik.
O gün fatih sultan mehmetin istanbula ilk girdiği surlardan geçip çocuk bahçesinde gül böceğini biraz kaydıraktan kaydırdık. Defalarca kaydı ve bir kez ‘zaki abla da kaysın’ dedi.
Sinan bey abd’de iken tv’de izlediğimiz belgeselde ünlü aileden bir bayan isminin neden betül olmadığını (ismi ‘ü’ yerine ‘u’ harfli) anlattı. Sinan bey geldiğinde sabah erkenden kalkıp güldanenin nüfus kağıdını çıkartmaya gidiyordu ki Mehmet ona kadının anlattığını söyledi. O da hiç araştırmadan gidip güldanenin ikinci adını betül yerine ‘u’ harfli yazdırdı. O akşam bayram beylerde otururken Mehmet ve Sinan bey bir taraf kuzucuk ve babam bir taraf oldular ve isim konusunda tartıştılar. Güldane ise hiçbir şeyden habersiz o odada masanın üstünde uyuyordu. O akşamdan hatıra kalması için mehmetle babamı tartışırken ve güldaneyi uyurken resimlerini çektim. Sonunda Sinan bey yanlış da olsa ben değiştirmeyeceğim, öyle kalacak dedi. Bu işten mehmeti sorumlu tuttular. Verda ise zaten bu işe razı değildi.
Daha bissürü şey yaptık, bunlar sadece hatırladıklarım.

karda uzun bir gezinti

Annem, mehmet ve ben yürüyerek kuzucuklara gittik. Orada annemi bırakıp kuzucuğu alarak eminönüne gitmek üzere yürümeye başladık. Fatihte mahalle arasında sanki yedim camii’ni gördük. Daha önce kitaplarda okumuştum.
Görünce çok mutlu oldum. Camii zamanında fatihteki büyük yangında yanmış ve 1960’lı yıllarda ahşap olan eski caminin yerine halk para toplayıp yerine betonarme şimdiki camiyi yaptırmış. Sonra kadınlar pazarına vardık. Belediye ortadaki dükkanları yıkmış. İki sıra kocaman kocaman çınar ağaçları uzanıyor. Sanırım belediye kadınlar pazarını eski haline getirecekmiş.
Şebsefa hatun camiine kadar yürüyüp oradan sağa dönüp eminönüne yöneldik. Ara yollardan gitmek de güzeldi. Yol üstünde ilginç ilginç dükkanlar gördüm (sarı sarımsak dövecekleri, kahve değirmenleri satılan dükkanlar. Eminönünde rüstem paşa camii’ni ziyaret ettik.
Avlusunda karlar altında resim çekindik. Mehmet kuzucukla rüstem paşanın parasını meşru yolla kazanıp kazanmadığı konusunu tartışırken Mehmetin karda ayağı kayıp düştü (sanırım şevkat tokatıydı dedi).
(resimdeki ilk iki saksı arasında düştü) Mehmet senelerce erzurumda okuduğu ve soğuğa, kara alışık olduğu konusunda konuşup duruyordu ama onun bizden çok düşme tehlikesi geçirdi ve hatta bir sefer de düştü. Ben elimi uzatıp mehmeti kaldırırken kuzucuk ‘resmini çek, resmini çek’ diyordu.
Camiden çıkınca yol sütündeki mağazalardan birinden Mehmet ahmad tea aldı. Ben de muffin kabı aldım. sonrasında kahve dünyası ve asıl hedefim fermoyu aramaya başladım.
Fermoyu pastacı burcudan duymuştum. Her eminönüne gitmemde de arayıp bulamıyordum. Bu sefer aslında tek başıma gidip orayı bulup, mağaza içerisinde gezinecektim ama Mehmet illa birlikte gidelim dedi. Mağazayı ararken yolda gördüğüm iki bayandan birini pastacı burcuya benzettim ama Mehmet ve kuzucuk yanımda olduğu için yanına gidip o olup olmadığını, eğer oysa fermonun nerede olduğunu soramadım. Fazla aramadan fermoyu buldum ama maalesef ki kapalıydı. Yeri de o kadar zor değilmiş. Bir dahaki istanbula gelmeye İnşallah (kalpli ve adamlı kurabiye kalıbı almak istiyordum. Bir de şeker hamuru).
Daha sonra Yeni camiyi arkamıza alıp resimler çekindik ve doğubanka gittik. Abd’den Sinan beye ısmarladığımız (boşuna ısmarlamışız, burada aynı fiyata hem de kılıfı da içinde) 12.1 megapixelli fotoğraf makinemize kılıf ve hafiza kartı baktık. Fazla aramadan uygun fiyata bulduk.
Taksiye atlayıp eve dönmeyi planlarken kuzucuk isterseniz sultan ahmete yürüyelim dedi. Sirkeciden sultanahmete doğru yürüdük. Onlar önde ben sürekli (hediyelik eşya mağazalarına bakındığım için) arkada yürüdüm (çocuk mahkemesine kadar).
Sultan ahmete çıktığımızda caminin ve ayasofyanın resimlerini çektik. İkisinin arasında bulunan havuz buz tutmuştu.
İspanyol olduğunu sandığım turistler bağıra bağıra şarkı söylüyorlardı.
Yol üstünde gördüğüm birkaç kardan adamın da resmini çektim. Biri yere batan sarnıcının önünde gravida
(kafası olmayan, göğüsleri ve kocaman bir karnı olan (gebe) kardan kadın),
diğeri sultan Ahmet camii’ne tramvay durağının yan tarafından bakılan havuzlu kısımda olan karın kasları belli kocaman erkek kardan adam
ve şehzade başındaki elinde meşrubat kutusu ve ağzında pipet olan kardan adam.
Fatihte kuzucuklara giderken yol üstündeki bütün mağazaların önünde de kardan adamlar vardı ama benim favorim bir elinde rakı şişesi, diğer elinde içinde rakı olan bardağıyla beyoğlunda balık pazarındaki kardan adam gayet güzeldi.
Beyazıt meydanında taksiye binmeyi düşünüyorduk ama ben İstanbul üniversitesi kapısı önünde resim çekinmek istiyorum (berat orada öğrenciyken elinde kitaplarıyla orada çekindiği resimden özendim) deyince taksiden vazgeçtik.
Yalnız Sultanahmet meydanından itibaren ayaklarım üşümeye başladı ve veznecilere vardığımızda çizmelerim su almaya başladı. Veznecilerden itibaren taksinin bizi almayacağını düşünerek ve kuzucuğun da yürüme taraftarı olması üzerine eve kadar yürüdük. Malta çarşısına gittik ve oradan balık aldık. Annem balık istiyor diye aldık ama annem bayram beylere çıkmış. Bu yüzden kuzucuklara biraz utana çekine gittik. Yenge hanıma da verdiğimiz zahmetten dolayı özür dileyerek balıkları pişirmesi için verdik. Bu arada yenge hanımdan çorap istedim ve benim ıslak çoraplarımı çıkardım. Bu benim geçen yıl aldığım yani en son alınan çizmelerimdi. Mehmetin eski ayakkabılarının içine hiç su girmezken benim çoraplarımın bayağı ıslanması beni seni sinir etti. Akşam yemeği balık ve yenge hanımın yaptığı ciğerle çok güzeldi. Yemek sonrası gün içinde çektiğimiz fotoğraflara baktık. Çay faslında yukardan annemler ve bayram beyler geldiler. Bayram abi çiğ köfte yaptı ve hazmedemediğim halde yine de bu sene son yeyişim olur diye yedim. Allah’tan gece sorun oluşturmadı. Çayımızı içince fazla geç olmadan yürüyerek evimize döndük. Evde de biraz oturup ada çayı içtik. Sonra da meyvemizi yeyip yattık.

istiklal karlar altında

Mehmetle cumartesi sabah raporun verdiği rahatlıkla geç kalktık. Kahvaltı sonrası annem ve babam geldiler. Bir müddet oturduktan sonra hazırlanıp mehmetle dışarı çıktık.

Fevzi paşada yürüdük. Hava bayağı soğuk olduğu için zaman zaman elimle yüzümü kapattım. Evden çıkmadan önce karar verdiğimiz gibi önce özsüte uğrayıp salep içtik. Sonra da geçenlerde cadde üstünde arayıp da kapandığını sandığımız aydınlı mağazasına yöneldik. Mehmete kadife pantolon baktık. İki tane birden aldık. Uzun zamandır bakındığımız ama bir türlü hoşumuza giden bir kaban bulamazken burada çok da güzel bir palto bulduk. Bir de kemer aldık. Paçalarının yapılması için bıraktığımız pantolonları ne zaman alacağız bilemiyorum.
Pazar günü güya erken kalkacaktık ama kalkamadık. Kahvaltı sonrası babam her zamanki gibi evden çıkma bahanesi bularak dışarı çıktı. Biz bayağı oturduktan sonra Mehmet nihayet dışarı çıkma kararı verdi ve hazırlandık. Ayağıma iki ince bir tane de kalın çorap giyindim. Sonrasında geçende arnavutköye gittiğimizde gül böceğinin kustuğu (araba tutuyor) en sevdiğim ve en rahat çizmelerimi giydim. Ama daha bir basamak inmeden fermuarı daha fazla basınca dayanamayıp patladı. Zorla Mehmet fermuarı açtı ve ayağımı çizmeden çıkardım. Son giydiğim kalın çorabı çıkardım ve dışarı çıktık. Hava öyle soğuktu ve öyle rüzgar vardı ki bu sefer atkımla yüzümün yarısını eylem yapan insanlar gibi kapattım. Marketin önüne gelmiştik ki birden fermuar tam da topuk hizasından yeniden açılıverdi. Mehmetle geri döndük ve aynı çizmenin siyahını giyip çıktım. Kapıda karşılaştığımız babam ‘aman çocuklar dışarı çok soğuk çıkmayın eve girin’ demesine rağmen (tabii o gezdi geldi diyerek, tabii ki bendeniz) eve girmedik. Otobüse binip oldukça yavaş bir şekilde istiklale vardık. Benetton hizasından caddeye girdik. Öyle güzel görünüyordu ki, mehmetle birkaç resim çekindik.
Işıklar yanıyordu ve tramvay da işliyordu. Benim için önemli olan bütün yerlere tek tek baktım. Benim için önemlerini mehmete söyledim (esme ile alışveriş yaptığımız benetton, şimdi yerine koska açılan ünlü bir zincirin halkasında yediğimiz sandviçler,cheesekekler ve içtiğimiz filtre kahveler, ümmühan ve pelini götürdüğüm Barselona kafe, esme ile son dönemlerde gittiğimiz kafe ist, sık sık gittiğimiz dilekpera, en sevdiğim mağazalardan biri olan istiklal vakko, Muhammedi götürdüğüm st. Antuan kilisesi).
Biz ayrılalı öyle değişmiş ki insan inanamıyor. İstanbul yerinde durmuyor. Zaten en korktuğum şeylerden biri ben dönene kadar çok değişikliklerin olması ve benim bunları kaçırmam. Mesela istiklal vakkonun önünde resim çekinmediğime öyle pişmanım ki, çay molalarında gazetede indirimi görüp öğle arasında yemek yemeyip bir koşu gidip alışverişimi yapardım. Oraya az mı para bıraktım. Mehmet balık pazarına hiç girmemiş, onu oraya soktum. Biraz içeride yürüdük. Kokoreçin kokusunu duyunca mehmete yalvardım n’olur yiyeyim diye ama izin vermedi. Ben yerken o gözleyecek miymiş? Ve barsak yemesem daha iyiymiş. Bir yerim şişerse ne olacak? Benim burnuma çok fena koktu ve kokoreçi çok seviyorum (yarın tekrar gideriz ve yerim diye düşünüyordum ama sonra o plandan vazgeçtim ben daha ne zaman buralara gelirim de kokoreç yerim? Ama ahdım olsun bugün çeyrek yiyecektim. Bir daha ki gelişte yarım ekmek yiyeceğim).
Mehmetle el ele karın ve caddenin keyfini çıkararak paşabahçeye kadar yürüdük. Üst kata çıkıp bir hediye beğendik. Mesela buraya giderken yolda benimle her zaman üst katta çalışan biraz yaşlıca beyefendinin ilgileneceğini düşünmüştüm (oradan alışveriş yapa yapa adamcağız tanımıştı) ama o yoktu. Acaba ayrıldı mı diye düşündüm. Çok kibar bir beyefendiydi. Paşabahçeden çıkınca geri döndük. Kar durmuştu ve mağazadan çıkınca tekrar başladı. Ben az ilerideki kültür aş’nin kitapçısına girelim dedim. Mehmet kar yağarken yürüyelim dedi. Sonunda kitapçıya girdik. Yarım saat kadar oyalandıktan sonra çıktık. Kar falan yağmıyordu. Mehmet keşke kitapçıya girmeseydik, karı kaçırdık deyip durdu. Sonra afm’ye gittik. Orası bayağı değişmiş. Girişe restaurant açılmış. Girişteki kasetçi kalkmış. İçeri girip filmlere baktık. Yarın gideriz diye düşünüyorduk ama sonra yolda geri dönerken zaten günümüz az neden sinemada geçirelim diye düşündüm. Mehmetle 1.5 yıldır evliyiz ve hala 2. filmimize gidemedik. Sürekli erteliyoruz. Belki de hb’nin dediği gibi bari bir anlamı olsun deyip bir daha hiç gitmeyiz ve hayatımızda birlikte gittiğimiz tek film olarak babil kalır.

Thursday, February 14, 2008

Posted by Picasabu resim toroslarda taaa buralarda kar yokken çekildi (kurban bayramında). 1600 km'lik diyarbakır-istanbul seyahatimizin adana ayağına kadar olan kısmını yazdım ve yayınladım. ama biraz aşağılarda (4 başlık önce) 1600 km başlığı altında. gerisi inşallah samsuna varınca

Wednesday, February 13, 2008

13 şubat,zugudul-zozdemir,dilekçe

Mehmetle 1 aydır istanbuldayız. Günlerimiz öyle yoğun ve çabuk geçti ki, yeterince iyi değerlendirmediğimiz için hayıflanıp duruyoruz (saat 11:30 da kalkılırsa gün ne yapsın?). mehmetin pazartesi göreve başlaması lazım. Onu sıkıntı sardı. Hem tatil bitti, erken kalkmak zorunda hem de her gün samsun-ünye arasında nasıl gidip gelecek? Cumartesi sabah erkenden yola çıkma planları yapıyorduk ama kar yüzünden ne yapacağız bilmiyoruz. Bugün ünyedeki diğer doktor beyi de arayıp konuştu. Dün biz yoldayken aramıştı ve Mehmet onunla görüşememişti. Mehmetin göreve başlayıp başlamayacağını merak ediyorlarmış. Mehmet ünyeyi arayıp idari izin almayı düşünüyor, bu da bize birkaç gün daha kazandırır. Bugün benim için önemli bir gün çünkü bugün sabah erken kalkıp (09:00), kahvaltı sonrası muhtara, oradan da nüfus müdürlüğüne gidip benim nüfus kağıdımı değiştirdik. Toy resimli (17 yaşımda çekilmiş) ve sevdiğim ama milletin anlamakta güçlük çektiği soyadım olan nüfus kağıdım yerine mehmetle aynı olan öz be öz demir olan soyadımlı nüfus kağıdımı aldım. öyle garip geldi ki, dışarı çıktığımızda yağmur-kar altında yürürken Mehmet zugudul gitti yerine zozdemir geldi deyip durdu. Zaten bana arada zugudul derdi. Eve doğru yürürken ben günün planını yapmaya çalışırken Mehmet canının dışarı çıkmak istemediğini, evde kalmak istediğini söylüyordu. O arada merdiven silen bir çingene kadın ‘siz de tam bulmuşsunuz gezecek havayı’dedi. Mehmet güldü ve ‘kadın senin niyetini anladı’ dedi.
Günü onun dediği gibi evde geçirdik. Depoda ne kadar ulaşabildiğim kıyafetim varsa salona getirip bir kısmını bavula yerleştirdim. Ortalık birbirine girdi. Bir taraftan da evin tüllerini yıkadım. Bugün ev çok soğuktu muhtemelen kurutmak için kalorifer peteklerine serdiğim çamaşırlar yüzünden. Tüm günü hırkayla geçirdim.
Hayatımdaki diğer önemli olay da 11 şubat günü saat 15:30 civarında sağlık bakanlığında göreve geri dönmek için dilekçe verdim. Hayırlı uğurlu olur İnşallah. Annemlerden önce ak’nın haberi oldu. Çünkü Mehmet dilekçeyi götürdüğünde ak aradı ve konuştuk. Hiç böyle bir şeyi beklemiyordum. O kadar heyecanlandım ki ilk başta ne yazacağımı bile düşünemedim. Sonrasında ne yazacağımı akıl ettim ama bu seferde heyecandan o kadar kötü yazdım ki sonunda Mehmet alıp yazdı, bana da sadece dilekçe altına imza atmak kaldı. Sonrası arabada giderken yoğun düşüncelerle geçti. Ne olacak bizim halimiz? Daha ne kadar sürecek Yörükler gibi bu göçebelik? Sonrasında biraz kendimi teskin ettim. Çünkü bu benim imtihanlarımdan biri. Üniversite 2-3. sınıftan beri dekorasyon dergisi alıyorum. Her zaman güzel bir evim olmasını istedim. Evlenince her şeyin tastamam olması gerektiğine inanıyordum ama her şey insanın istediği gibi olmuyormuş. Hayatın insanın karşısına neler çıkaracağını tahmin edemiyoruz. Şu an bir evimiz yok, belki de yaza kadar mehmetle annemlerde kalacağız, belki de eş tayini işi olmayacak ve mehmetle bir müddet ayrı kalacağız ama ben yine de Allah’a şükrediyorum. Çünkü Mehmet yanımda, sağlıklıyız ve birbirimize destek oluyoruz ve bir de ümitlerim var.
Sevgililer gününe gelince geçen hafta mehmete ne hediye alacağım diye bayağı düşünmekten vazgeçip, herkesin sürü halinde yaptığı şeylerden hoşlanmadığım gerçeğini mehmetle paylaştım ve bütün sevgililerin birbirine hediye verdiği bir günde hediye almak istemediğimi, bunun sadece bir para tuzağı olduğunu söyledim. Güldü ve birkaç kez emin olup olmadığımı sordu. Emin olduğumu söyleyince ben de senden böyle beklerdim dedi. Tabii doğum gününe ve evlilik yıl dönümümüze gereken önemi göstereceğine dair ondan söz aldım.

Monday, January 28, 2008

23 ocak

Pazar günü kuzucukla maskoda casa’ya gittik. Koltuk takımlarına ve yemek odalarına baktık. Beğendiğim bir yemek odası takımını bizimle ilgilenen adam tavsiye etmedi. Biz çok taşınacağımız için çizilirmiş, bize o takım yaramazmış. Onun yerine koyu renkli bir takım gösterdi. Mehmet de ben de beğenmedik. Koltuk takımlarının yüzlerinin çıkıp çıkmadığını, yıkanıp yıkanmadığını sormayı akıl ettim de açılıp yatak olup olmayacağını akıl edemedim. Koltuk takımları 5000 ytl civarındaydı. Beğendiğimiz bir televizyon duvar ünitesi de 3000 ytl civarındaydı. Daha önceden oturma odası için baktığım koltuk takımlarını şimdi salon için bakıyorum, muhtemelen büyük bir ev bulamayız diye. Şimdilik sadece bakıyoruz. Mehmet benim tayin yerim belli olana kadar ev tutmayalım diyor. Belki de annemlerden her gün ünyeye gidip gelecek. Maskoda başka yere bakmadan çıktık. Eve geldiğimizde herkes şaşırdı, çok daha geç geleceğimizi zannetmişler. Annem arabaşının çorba kısmını yapıyordu ve bana da gösterdi. Kuzucuk da arabaşı çorbası var diye Mehmet davet edince bizimle eve gelmişti. Hep birlikte sofraya oturduk. Bir tepsiyi bıraksak babam hepsini yerdi ama annem ona izin vermedi. Bizim hakkımıza göz dikmemesini söyledi. Kuzucuk biraz titiz olduğu için kendine hamurlardan ufak bir tepecik yapmıştı ama gül böceği onun hamurlara göz dikti ve sürekli onun hamurlarını tabağına doldurup durdu. Arabaşı çorbasının kocaman kocaman baklava dilimleri şeklinde hamurları oluyor. Bir tane hamurdan alıyorsunuz biraz da çorbadan, sonra hamuru çiğnemeden yutuyorsunuz. Ben bu işi bayağı iyi yapmaya başladım. Geçen yıl arife’nin yaptığı (arife bayram beyin eşi, hani şu yazın doğum yapan, mehmetin prenses diye nitelendirdiği eltim. Eşine bayram dediğim için ona da arife diyorum) arabaşını yerken hamuru yutarken boğulur muyum diye düşünüyordum ama boğulmadığımı gördüm. Mehmet’e yaptığım bir kaç denememi yedirdikten sonra annemlere de yapmayı planlıyorum.
Gece Sinan bey nihayet geldi, gül böceğinin sevinci görülmeye değerdi. Biraz oturduk, sohbet ettik.
Pazartesi günü Sinan bey, Mehmet ve ben kuzucuğun arabasını alıp maslak’a gittik. Hedefimiz pabetland’dı ama paşabahçede öğrendik ki orası kapanmış. Paşabahçede gezindik ve biraz alışveriş yaptık. Yeni yemek takımımızın yanına aldığım 12 kişilik yemek takımı (52 ytl) alt kattaki outlette 32 ytl idi. Ama değiştirmedik, Mehmet kendimizi teselli için ‘kimbilir onlara kaç kişi dokunmuştur’ dedi. Oradan çıkınca mudoya uğradık. Sinan bey girişi kaçırdığı için arabada bekledi. Harika antik, çin dolapları vardı. Mehmete gösterip bak bunlardan istiyorum dediğimde ‘o eski şeyleri ne yapacaksın? Madem o kadar para vereceğiz yeni bir şey al’ deyip beni biraz güldürdü. Arabaya dönüp Sinan beye anlattığımızda gelmediğine çok pişman oldu. Sonra tekrar gideriz dedi ama o nasıl tekrar gider bilmiyorum.
Pazartesi geceden sabah erken kalmaya anlaşmıştık ama benim dışımda kimse kalmadı. Mutfakta kahvaltı hazırlarken radyo açtım, ses yaptım, tek umudum gül böceği bile uyanmadı. Mehmete gidip kalkması için yalvardım. O da bana uyumak için yalvardı. Sen de gel yat dedi. Çayı demlemişim, patatesi kızartmışım nasıl yatayım? Mehmet kızdığımı görünce hemen kalktı. Üzülmeme dayanamıyormuş, ama bunu ona karşı silah olarak kullanmamam gerekiyormuş. Kalktı ve ekmek almak için çıktı. Ben de kahvaltıyı odamızda yaparız diye düşündüm ve sofrayı orada hazırladım. Mehmet gelmeden onlar da kalktılar ve bizim odada hep birlikte kahvaltı yaptık ve hazırlanıp evden çıktık. Gül böceği de bizimle geldi. annemi kuzucuklardan alıp mercana gidip arabayı otoparka bıraktık. Beyazıt meydanına gittik, Beyazıt camiini gezdik. Harika bir şadırvanı vardı. Oradan sahaflara geçtik. Biraz gezindikten sonra bayram bey geldi ve okuldan arkadaşının resim atölyesine gittik. Birkaç öğrenci karakalem çalışıyordu. Duvarlarda resimler asılıydı. Çay içtik ve biraz sohbet ettik. Sinan bey yağlı boya resim istediği için bu adam sulu boya çalıştığı için başka bir arkadaşına götürmeyi teklif etti. Biz yolda onlarla gitmekten vazgeçip ayrıldık. Sinan bey zonaronun dolmabahçe önünde alman kayserinin karşılandığı bir resim almış ve bir de senelerdir sarıkayadaki mutfak duvarında asılı duran takvimdeki resmi yaptırıyormuş. Osmanlı ressamlarından Halil paşanın kahve pişiren bir kadın resmi. Resimdeki kadın anneme (kayınvalidem) çok benzediği için Sinan bey annemin vesikalık resmini götürmüş ve resimdeki kadının anneme benzemesini istemiş. Total 2000 ytl ödeyecekmiş.
Biz onlardan ayrılınca Namık kemal müzesine girdik. Müzede bir şey yoktu. Sadece kitaplar vardı. Yolun karşısına geçip içinde türk ocağının olduğu mezarlığı gezdik (buraya asistanlık dönemimde birkaç kez ramazanda hb’nin üniden 2 arkadaşıyla birlikte gelmiştik). Ziya gökalp’in mezarı vardı. Mezarlıktaki asıl yapı 3 padişahın bulunduğu türbeydi. Türbeyi ziyaret ettik. Sultanahmet camiini karşıdan seyredip kestane yerken diğerleri geldiler. İbadet için sultanahmetin karşısındaki firuzağa camiine girdik. Bayram beyin önceden dediği gibi yerden ısıtmalıydı. Bu sayede ayaklarım biraz ısındı. Kapı girişinde de herkese ayakkabılarını koyması için yeni poşet veriyorlar. Büyük camilerde bile böyle değil. Tuvaletinde de sıcak su akıyor. Sonrasında alman çeşmesini ve hipodromu gezdik. Bol fotoğraf çektik. Resimleri koyamadığıma çok üzülüyorum. Sultanahmete girdik. Özlemişim ve unutmuşum içini. Camii sonrası ayasofya yakınındaki hamama girdik. İçerde türk el halıları vardı. Annemin hamam bayağı hoşuna gitti. Hava kararmak üzereydi. Mehmet illa topkapı sarayının kapısının önündeki çeşmeyi de görelim dedi. Harika bir çeşme. Buraya kadar gelmişken Mehmet soğuk çeşme sokağına da girelim dedi. Oraya da girdik. Sonra taksiye atladık ve mercandaki otoparka gittik. Arabayı alıp eve döndük.
Güya uzun uzun anlatacaktım ama resimler olmayınca ve dolu dolu geçen günlerin tamamını yazamayınca böyle yarım yamalak yazdım işte. resimleri buraya koyamadım ama buraya koydum.

bomba, peti amca, zaki abla

4 ocakta mehmetin askerliği bitecek ve istanbulda buluşacaktık. Perşembe günü samsunda kuaföre gittim. Öğlen gibi kuafördeydim. Saat 5 gibi ümmühanla buluşup dekorasyonla ilgili bir mağazaya gidecektik ama benim işim o kadar uzun sürdü ki ümmühan beni kuaförde biraz bekleyip dişçideki randevusu için gitti. Kuaförde olmak saçımla başımla ilgilenilmesi hep hoşuma gitmiştir ama her seferinde süre o kadar uzuyor ki sonunda ben yeter artık bitse de gitsem diye düşünmeye başlıyorum. Sağolsun kuaförümün eli de biraz yavaş. Her seferinde biraz geç kalıyorum. Oturmuş beklerken telefonum çaldı. Mehmet diyarbakırda bombalama olduğunu (yerini tarif etti), kendisinin iyi olduğunu, merak etmememi söyledi. İyi olduğunu duymama rağmen o kadar korktum ki, titremeye başladım. Hemen bir haber kanalı açıp bakmaya başladım. Elimde olsa oradan çıkana kadar hep haberlere bakardım ama başkaları da vardı.
Diyarbakırda bomba patlamış, hem de mehmetin askerliğini bitirmesine 1 gün kala. Mehmet o gün evlenmek üzere olan bir hemşireye hediye almış, pasta almış. Servisteki hemşirelerle pasta yemişler, resim çekinip vedalaşmışlar. İki arkadaşı ile hastaneden ayrılmış. Apartmanımızın hemen karşısındaki özel çocuk hastanesinin önündelermiş ki, bomba patlamış. Ömer hemen yere çömelmiş. Mehmet vücudumdaki bütün kan boşalmış gibi hissettim diyor. Havaya birden toz bulutu çıkmış (İstanbuldaki ingiliz konsolosluğundaki patlamada da öyle olmuştu. Cengiz ağabeyin koltuğunda otururken görmüştüm.). çevrelerindeki apartmanların camları aşağıya inmiş. Sonrasında veda ettiği arkadaşlarının yanına geri dönmüş. Allaha orada olmadığım için şükrettim. Hemen evimizin dibi. Daha önce aynı yerde olan trafo patlamıştı da ödüm yüreğim yarılmıştı. Apartmanımızdaki tüm dairelerin camları inmiş. Hem patlama sesi, hem camların inmesi, hem de mehmetin çıkış saati olması sebebiyle ona bir şey olma ihtimali benim ödümü kopartırdı. Tv’de her zamanki geçtiğimiz yerleri görmek, dersanenin kalebodurlu duvarını görmek öyle garipti ki. Tanıdığım insanlardan sadece mehmetin teknisyenlerinden birinin eşi yaralanmış. Bize bayramda gelmişlerdi. Çok efendi bir adamdı. Hatta Mehmet ameliyatı sırasında onu yalnız bırakmamış da mehmete doktor bey sizi sade bir törenle uğurlamadık görüyorsunuz demiş.

Gelelim bugüne; 5 ocakta istanbula geldim. Mehmetle bir araya geldik. Bizden kısa bir süre sonra (sanırım 1 gün sonra) konyadan Sinan bey, eşi (verda) ve kızları gül böceği geldiler. Sinan bey birkaç gün kaldı ve gitti. O günden beri fatihteki 80 metrekarelik evimizde (tam olarak o kadar alanda yaşayamıyoruz tabii ki, çünkü bir oda da bizim eşyalarımız için depo görevi görüyor) komün hayatı yaşıyoruz. Bir odada verda ve gül böceği, diğer odada Mehmet ve ben. Sinan bey doğuma birkaç gün kala geldi. neredeyse biz doğurtup verdayı konyaya geri gönderecektik. Bu süre zarfında ben evin annesi rolünü üstlendim. Evin temizliği ve yemeği bana aitti. Gül böceği annesinden ziyade babasına düşkün olduğu için babasını hatırlatmamak için elimizden geleni yaptık. Babasından bahsederken father diyorduk. Aslında gül böceği hiç de güzel bir çocuk değil. Ailenin en çirkin çocuğu bile denebilir. Ama birlikte olduğumuz sürece kendini çok sevdirdi ve şimdi gözüme çok güzel olmasa da çok şirin gözüküyor. Mehmete peti amca, bana da zaki abla diyor. Çok kızdığında sen git diye bağırıyor. Bir de sen yaramazsın diyor. Mehmeti pek sevmiyor, onunla dışarı çok nadiren çıkıyor. Beni ondan daha fazla seviyor. Bana iyi geceler öpücüğü verirken ona hiç öpücük vermiyor. Bazen birlikte gıdıklama oyunu oynuyoruz. Bazen de çantalarımı karıştırıyor. Fotoğraf makinesi ile oynamayı seviyor. Makineyi eline aldığında genelde ters tutup kendini çekiyor. Bunları yazıyorum seneler sonra okuduğumda gül böceğinin bu halini hatırlamak için. Biz bu evde tıkış pıkış dururken bayram beylerin de kombisi bozulmuş, onlar da kuzucuğun evine taşındılar. Kayınvalidemler de var tabii. Zor günlerdi. Bizimkisi 1 aylık bir tatil değil, sadece gün saymaya dönüştü. Bu zor günlerde tek dayanağım mehmetti. Önemli olan birlikte olmamız değil mi? Herkes zor günler atlatıyor, benimkisi bir şey mi? (bunlar içimden bazen geçen şeyler) Arada mehmete mobilya vs bakmaya gitmiyoruz diye çok kızdığım oldu ama o ‘bana güven, istediğin her şeyi alacağım’ dedi. Ben de ona güveniyorum. Kendimi üzmek de istemiyorum. Çünkü ben üzülünce o da üzülüyor ve bir de bana kendimi üzdüğüm için kızıyor. hala komün hayatı bitmedi. sinan bey çarşamba sabahı verdayı ve iki çocuğunu bizimle bırakıp abd'ye gidecek.

Sunday, January 20, 2008

eminönü,nişantaşı,kariye

aslında 1600 km'lik yolculuğumuzu anlatacaktım ama firefoxta sorun var, o yüzden de resimleri koyamıyorum. bakalım sonraya İnşallah. Mehmetle pazartesi günü nihayet eminönüne gitmek üzere vezneciler otobüsüne bindik. Beyazıt meydanına yürüdük. hava çok güzeldi. Eminönüne inerken daha önce hb ve ak ile birlikte gittiğimiz bakırcıya gittik. Çok güzel şeyler vardı. İstediğim kocaman sarı sarımsak döveceğinden vardı ve fiyatı 109 ytl falandı. Hem pahalı hem de pahalı. Dikkatimi çeken bissürü şey vardı ama her şeyi aldık da onlar mı kaldı?
Mehmetle yolda eşyaların alınmasıyla ilgili son günlerde can sıkıntımın yersizliği hakkında konuştuk. Biraz birbirimize kızdık ama sonra birkaç sözle her şey eskiye döndü. Kürkçü hana gittik. Mehmet de tanıdı artık hanı, Seyhan teyzenin yanına gittiğimizde aaa bu ip aldığın yer değil mi dedi. Kürkçü handa benim diyarbakırda başladığım battaniyenin biten ipini aradık ama nafile. Son baktığımız ipçi son 9 ay içinde bu iki rengi hiç görmediğini, boşu buşuna aramamamı söyledi.battaniyenin ana rengini tamamen değiştirmem gerekecek. Oradan sadece bir çift şiş alarak çıktık. Aşağı doğru yürüdük ve uzun zamandır gitmediğim havuzlu hana gittik. (google'da havuzlu hana nasıl gidildiği çok aratıldığı için, nasıl bulunacağını buradan, fatsadan anlatmaya çalışacağım. yeni caminin arkasında, solda bir türbe var. sanırım oradan çıkılırsa bulunabilir. ya da saray muhallebicisinden yukarı doğru çıkılırsa (mahmutpaşaya doğru), yapıkredinin yukardaki binasına kadar (bir tane de aşağılarda bir yerde var), bu binadan sizin saınızdaki kalbalık yoldan yukarı doğru devam edeceksiniz (burada millete sorarsanız tarif de edebilirler, çünkü yakında) ve yol sağa kıvrılıyor, devam ediyorsunuz ve havuzlu hana orlarda bir yerde solda kalıyor. önünde pardesü istermisin abla diyen adamlardan var. umarım yardımcı olabilirim.) Daha önce ümmühanın her iki çocuğu için, beyazıt için ve meral için alışveriş yapmıştık. Fiyatları gayet uygun bir mağaza. Mehmetle Verdanın (Sinan beyin eşi) haftaya doğuracağı bebeği için biraz alışveriş yaptık. Mağazanın organizasyonu ben görmeyeli değişmiş. Her zamanki gibi bir kişi bize eşlik etti (bu sefer market arabasıyla) ve istediğimiz her şeyi verdi. Bana kalsa daha bissürü şey alırdım ama verda fazla şey alınmasını pek istemiyor. Onun siparişi dışında hastanede oda kapısına asılmak üzere çok güzel bir süs, gelen hediye altınların iğnelenmesi için saten süslü bir yastık ve çikolataların konması için süslü bir sepet aldık. Özellikle kapı süsü biraz pahalıydı, verda istemez diye Sinan beyi aradık. O da ne lazımsa her şeyi alın ben öderim dedi. Anladığım kadarıyla biri pek para harcamayan, diğeri de her şeyin pahalısını alan bir çift. Bankadan para çekmeyi unutmuşuz, cebimizdekilerle zorla parayı denkleştirip parayı ödedik ve oradan çıktık.
Mısır çarşısına girmeden eminönüne her gittiğimde muhakkak uğradığım sarılgana girdik. Ümmühana süzgeç aldım. sonra mısır çarşısına girdik. Mehmet Malatya pazarından gün kurusu kayısısı baktı. Fiyatı diyarbakıra göre çok daha pahalı. Rengi ve kokusu bizim yediğimiz kadar güzel olmadığı için almadık ama Mehmet kafaya takmış muhakkak gün kurusu alacak. Patlıcan kurularının fiyatı ise 8 ytl idi (urfada 6 ytl idi). Sonra arifoğluna gittik ben baharatlarımı oradan aldım, yıldız anason, kaküle, zerdeçal ve loğusa şekeri (verdanın doğumundan sonra ikram etmek için loğusa şerbeti yapmaya karar verdim. Aslında bizde adet değildir, Mehmetlerde de öyle. Daha önce hiç içmedim ama nette okuduğum kadarıyla güzel bir şey heralde. Gerçi kimse gelmeyecek ama bizbize içeriz İnşallah). Mısır çarşısı sonrası asıl eminönüne gelme sebebimiz olan doğu bank civarındaki porselenciye gittik ve kaç senedir istediğim tabak takımını (fine china, spring symphony) aldık. Yemek takımı ile birlikte çay takımı(12 kişilik) ve 6 kişilik kahve fincanı takımını da aldık. Totalde 109 parça. Alevlide sorduğum fiyata göre bayağı hesaplı oldu. Akşam eve getireceklerini söylediler ve daha önceki alışveriş poşetlerini de oraya bırakıp, elimizi kolumuzu sallayarak üst geçitten karşıya geçtik. Mehmetle bir müddet senelerdir kullandığım üsküdar iskelesinin yerle bir olmuş haline baktık. Hava kararmıştı ve biz iskele civarında piyango biletlerimizden birine çıkan 6 ytl’yi almak üzere büfe benzeri bişey aradık ama öyle bir yer bulamadık. İskelede yürürken, balık ekmek kokusu ve görüntüsü üzerine mehmeti zorla ikna edip (benim gibi bir hanımefendi ayaküstü bir şey yermiymiş, bana hiç yakışmazmış. Neden yakışmasın? Bal gibi yakışır) balık ekmek aldık, ama sadece bir tane. Yanında turşu suyu da olmasını o kadar isterdim ki ama yoktu. Orada aklımdan kaç tane hatıram geçti ( babamın küçükken annemle birlikte bizi buraya getirmesi ve bize balık ekmek ve turşu suyu alması (annem hala söyler), Elifle koştura koştura balık ekmek ve turşu alıp yağmurlu bir günde vapura binip kadıköye geçmemiz, servisten birkaç kişi gelip balık ekmek yememiz ve sonrasında da iskeleye yanaşan vapur yüzünden her yerimizin ıslanması….). kenarda ben balık ekmek yerken esme aradı. Mehmet onunla konuştu. Ama ona benim balık ekmek keyfimden bahsetmedi, canı çeker diye. Hava bayağı soğudu, Mehmet kestane aldı ve bir de kestane yedik. Sıcak kestane ile ellerimi ısıtmaya çalıştım. Kestane de bitince taksiye atlayıp evin civarına geldik. Eve çıkmadan pazara uğrayıp alışverişimizi yaptık. Yufka aldık ve eve gelince gözleme yaptım. Yemek sırasında benim takım geldi ve yemek sonrası hemen mehmetle kontrol ettik. 1-2 parçada minicik bir hava kabartısı gibi bir şey vardı. Telefon açıp götürüp değiştireceğim.
Mehmet yemek takımı sonrası neşem yerine geldiği için mutlu oldu ve benden kendimi bir daha üzmeyeceğime ve hiçbir şeyi dert etmeyeceğime dair söz aldı.
Salı günü ise mehmetle Sinan beyin kızını da alıp evden çıktık. Otobüse bindik ve gülse ile Mehmet yavuzselim de kuzucuğun evine gitmek üzere indiler. Gülse mehmeti sevmiyor ben de gittiğim için birlikte gitmeye ikna oldu. Ama otobüsten indikten sonra eve varana kadar benim adımı sayıklayıp durmuş. Mehmet hem çocuğa hem şemsiyeye hakim olamaz diye şemsiyeyi açmamış ve eve varana kadar sırılsıklam olmuşlar. Ben nişantaşına gittim ve önce bir tokacıya uğradım. Daha önce oradan aldığım tokaları 1 senedir aralıksız kullanıyorum ve hiçbir şey olmadı. Orada bayağı pahalı ama o kadar da güzel bir anahtarlık beğendim. Ablamın muhammedin doktorlarından biriyle ilgili anlattıkları aklıma geldi (doktorlardan biri çok süslü püslüymüş ve ablam onu her gördüğünde aklına ben geliyormuşum. Kadının çok da güzel bir anahralığı varmış. Ablam son gittiğimde ‘muhakkak sen de kendine güzel bir anahtarlık al’ dedi.). ama düşündüm ki benim şuan ne evim ne arabam var, bu anahtarlığı nerede kullacağım? Kendime almaya kıyamadım ve yakında görüşmeyi planladığım arkadaşım nalana hediye olarak almaya karar verdim. Kendime 2 tane toka alıp çıktım (çok dikkatsizim, ikisi de ufak tokaymış). Desaya uğrayı evde giymek için aradığım siyah ayakakbı için bakındım. Hoşuma giden bir şey vardı ama rahat değildi. Vakkoya gidip kendime 2 tane eşarp aldım. bir tanesi bayağı tuzluya geldi. bir de verdanın doktoruna götürmesi için bir kutu çikolata aldım. bayağı yağmur yağıyordu. Hemen metrocity’ye giderim diye düşünürken nişantaşında bayağı vakit geçirdim. Ben buralardan gideli ne kadar değişiklik olmuş. City’s diye alışveriş merkezi ben giderken yapılıyordu, şimdi açılmış. Ama ben içine girmedim. Onu yerine mudoya girdim. İstediğim çin dolabı için bakındım. Çok güzel dolaplar vardı ama benim istediğimden yoktu. Evde arayıp da rahat rahat konuşamıyorum diye nalanı aradım ve onunla konuştum. Park bravoya girip ayşenurun yeleğine baktım. Sonra metroyla metrocity’ye geçtim. Orada fazla kalmadım. Anneme bir eşarp ve kendime body shoptan greyfurtlu kremimden (%50 indirime girmiş).
Akşam mehmetle odamıza geçip kabadayının yarısını seyrettik. Mehmet diyarbakırda ben yokken arkadaşlarıyla sinemada seyretmiş, ama hiç beğenmemiş. Onun aksine berat çok beğenmiş ve bana filmi o verdi. Filmin yarısının yarısında verdanın burnu kanamış o yüzden biraz tedirgin olduk ama gecenin geri kalanında Allah’tan bir sorun olmadı.
Bugün ise (yani Çarşamba) kahvaltı sonrası verda ve gülse ile tıpış tıpış (9 aylık bir gebe ve küçücük bir kızla başka nasıl yürünebilir?) yürüyerek yakındaki bir mağazadan verdaya sabahlıklı bir gecelik takım aldık. Markete uğrayıp son eksiklerini aldık ve eve döndük. Evde kısa bir dinlenme sonrası Mehmet, kayıvalidem ve ben tekrar dışarı çıktık. Yürüyerek kariye müzesine gittik. Normalde müzeler pazartesi tatil oluyor diye nette hiç bakmadım bile. Meğer çarşambaları kariye kapalıymış. Sadece yan tarafındaki sahabenin ruhuna fatiha okuyup, Aaaa ne kadar yakınmış, eve 5 dakika yürüme mesafesinde, neyse tekrar geliriz diyerek başka yerler keşfetme arzusu ile aşağı yollardan evin civarına kadar geldik. Akşam yemeği için gidip turşucudan turşu aldık. Pazar içine girip pişmiş tavuk aldık. Eve gelince sadece bulgur pilavı pişirdik (daha doğrusu annem pişirdi) ve yedik. Mehmet şimdi annemi kuzucuğun evine geri götürdü. Biraz evvel de gecikeceği için telefon açtı. Meğer bugün kuzucuğun doğum günüymüş ve yenge hanım sürpriz olarak pasta almış. Kutlama yapıyorlarmış. Biz şimdi verda ile meyve yiyeceğiz. Gülse ise elinde elektrikli süpürge evi süpürmeye çalışıyor.

1600 kilometre

bu yazıyı yazalı okadar oldu ki, resimsiz buraya koymak hiç içimden gelmiyor ama resimleri yerleştiremiyorum. napalım resimsiz olsun bu yazı da. bu kadar bekledikten sonra bir kısmını hb'ye yatıya gittiğim gün onlar kanaviçe yaparken ben de elimde olan resimleri yerleştirdim ama tamamını değil.

Pazartesi öğlende mehmet geldi. akşam için karayollarının misafirhanesini ayarlamış. Kalan eşyaları toparladık. O arada dilber ve erkek arkadaşı geldi (eşyalarımızı alan hemşire). Onlar da alacakları bardağı, çanağı paketlemeye başladılar. Güvenlik görevlisinin getirdiği market arabasıyla üç tur yaptık ve zorla hepsini arabaya sığdırdık. Bir saatten daha fazla ayakta (alışveriş merkezinin kapısında) bekledikten sonra kargo geldi ve üç büyük kolimizi ve plazma tv’mizi aldılar.
Ücret olarak da, eşyalarımızı sattığımız paranın yarısını istediler. Eşyalar o akşam samsuna doğru yola çıktılar. Arefe günü de yerine ulaşmış. Mehmet valizini de alıp daha sonraki günlerde kalacağı yere götürüp bıraktı. Evden ayrılmak öyle garip geldi ki, buraya da alışmışız. Burayı da evimiz olarak benimsedik. altta apartmanimizin girisi goruluyor.

Evleneli daha 1.5 yıl oldu ama biz ikinci evimizi boşalttık. Zaten çabuk alışırım ve öyle bir bağlanırım ki ayrılmak güç olur. Tepesine kadar yüklü arabamızla misafirhaneye gittik ve odamıza yerleştik. Sadece 1 saat kadar istirahat edip Mehmet için hemşirelerin düzenlediği yemeğe katılmak üzere ofisteki daha önce görmediğim bir restauranta gittik. Bina güvenlikli bir iş merkezi. İçerisi de acayip kalabalıktı. Ama ben pek sevmedim. Sanki biraz sonra bütün tabaklar kalkıp okey oynanmaya başlayacak gibi bir hava vardı. Yuvarlak bir masa ve bir de ona bitişik uzun bir masa hazırlanmış. Oturma düzeni bir garip oldu. Ben daha çok yanımdaki hemşire ile konuştum. Daha doğrusu o laf attığı için konuştuk. Daha önce bize gelmişlerdi. Mehmet ise diğer tarafa dönüp personel ve teknisyenle konuştu. Karşımda oturan çiftin (hemşire ve diş hekimi) çocukları vardı ve herkes (yani tüm hemşireler) o çocukla ilgilendi. Daha önce de farkındaydım da o gece iyice anladım ki çocukları zaten çok sevmem çirkin çocukları hiç sevmiyorum. İçimden İnşallah bizim çocuğumuz olursa güzel bir şey olur (gerçi güzel çirkin insan çocuğunu her şekilde sever) diye geçirdim.
Ertesi sabah Mehmet işe gitti. Ben geç kalktım. Öğlene doğru bana simit alıp geldi. ev sahibini ve kapıcıyı aradı. Ev sahibi telefona çıkmadığı için (depozitoyu geri almak için) kızıp durdu. Sonunda 12 gibi yola çıktık. Böylece Diyarbakır günleri benim için bitmiş oldu.

Urfa yolunda jandarma durdurdu, Mehmet kimliğini göstermiş. Meğer radara yakalanmışız. Para ödemeden kurtulduk. Yolda durduğumuz bir tesiste tuvaletleri pis görünce sinir oldum ve arkadaşı ile laflayan çalışana ’tuvaletleri temizlemiyorsunuz ama 50 kuruş almayı biliyorsunuz’ dedim. Mehmet halime güldü, her zamanki gibi efsane döndü dedi.

Antep’e varana kadar yol tabelalarının, korucuların Urfa-Diyarbakır yolu üzerindeki bekledikleri yerlerin (buraların tabiki bir ismi var ama benim aklıma gelmiyor, mevzi imiş mehmete sordum.), fıstık ağaçlarının (daha çok urfada), fıratın resimlerini çektim.

Fırat dicleye göre çok daha büyüktü. Urfa antep arasında otoban ücretsizdi (her zaman)(belki de henüz tm bitmediği içindir) Mehmet her şey doğudaki insana parasız, bu haksızlık deyip durdu. Gaziantepe vardık ve arabayı mecburen kapalı bir otoparka bıraktık. Otopark turistik Gaziantep çarşısının kapılarından birinin yanındaydı. Ama biz bu çarşının yabancı damatın çekildiği çarşı olmadığını düşünüp üşüyerek çarşının etrafında gezindik ve öğrendik ki bu o çarşıymış. Dizide çarşının yazısını gösteriyorlar ama içini göstermiyorlarmış meğer. Çünkü çarşı modern olmayan eski bir alışveriş merkezi gibi bir şey. Turistik olmakla da alakası yok, turist orada ne yapsın? Daha çok yerli halk geziniyor. Üçüncü sınıf mağazalar var. Tuvaletinde orada çalışan genç bir kıza nereden bakır alabileceğimi ve otantik bir çarşının olup olmadığını sordum. Kız bana bakırdan hoşlanmadığı için bakırın nerede satıldığını bilmediğini söyledi. Ama gümüş istersem tuvaletle aynı katta olduğunu söyledi (gerçek gümüş değil). Ne kafa ya! İnsan yaşadığı şehri nasıl bilmez? Birkaç adım ötede çok güzel bakırcılar çarşısı vardı. Onu da alışveriş merkezindeki ahmad tea aldığımız adama kerebiç kalıbını nereden bulabileceğimi sorduğumda öğrendik. Maalesef ki hava karamak üzereydi ve çok az dükkan açıktı. Doya doya hiçbir şeye bakamadım. Maraştan alamadığım fıstık kıracağını ve iki tane kerebiç kalıbını aldım.
Bir de çocuklar için üretilen yürüteci çok beğendim ama arabada yer olmadığı için ve nasıl olsa kendi çocuğumuz yok diye almadım.
Ama bu çarşıdaki her şey çok güzeldi. Mehmetin bile hoşuna gitti. Bissürü bıçak ve bir de mangal için şişler vardı. Bu çarşının sonunda baharatçılar vardı, oradan antepte ünlü olan tarhun otundan ve uzun zamandır istediğim zahterden aldım.
Çarşının üstü açıktı ve tüm iş yerlerini ahşap kepenklerle (yada panjur diyebiliriz belki) kapanıyordu. Resmini çektim ama hiç güzel çıkmadı. Oradan çıkınca çok yakında olan ünlü imam çağdaşa gittik. Antep’in en ünlü baklavacısı. İçerisi fabrika gibi işliyordu. Bissürü adam bissürü baklava tepsisini paketliyorlardı. Dış cephesi de içerisi de çok güzeldi. Ben ali nazik, Mehmet kuzu şiş yedi. Yanında da şalgam içtim. Mehmet eti çok beğendi.

Benimkisi de güzeldi ama bana biraz ağır geldi. Karnımız çok doyduğu için sadece bir porsiyon baklava istedik. Cevizli olmuyormuş, sadace fıstıklı yapıyorlarmış. Yedik harikaydı. sonrasında bol bol çay içtik . çayları da güzeldi.
Çok fazla siparişleri olduğu için bayramda dışarı baklava satmıyorlarmış. Kasaya gittiğimizde çok ısrar ettim ve (yemediğim hakkımı istiyorum dedim) bana 8 tane baklava sattılar. Bir de mehmetin kardeşlerine birer paket fıstık aldık. O da harikaydı. Daha sonra gece baklavadan iki tane yedim ama önceki yediğim daha güzel gelmişti. Arabayı alıp sora sora öğretmen evini bulduk ama sadece kendisini, kapısını değil. 10-15 dakika kapısını bulmak için sokaklarda turladık. Bu sayede antepin çarşısını da gördük. Gayet güzel mağazalar vardı. Bu arada mehmete tarif veren ve tarifin sonunda ‘sol kolumun üzeri’ diyerek sol bileklerini tutan adamlar mehmeti bayağı eğlendirdi (yani tarifleri ile elinle koymuş gibi bulacaksın gibi bir anlamı vardı herhalde). Maalesef ki antepte başka bir şey göremedik. Eşyalarımızı odaya bırakıp yürüyerek banka aramaya çıktık (ev sahibi parayı yatırdı mı diye bakmak için). Hava bayağı soğuktu. Adam yatırmamış ve Mehmet sinir oldu. Salep içip biraz ısınmak için özsüt’e girdik.

Sanırım türkiyenin hiçbir yerindeki şubesi bu kadar güzel değildir.

Salepleri bitmiş (nasıl oluyorsa?) kahve içtik. Yürüyerek tekrar öğretmenevine döndük. Sabah kurduğum saati kapatıp uyuya kalmışım. Mehmet kaldırdı ve 6 yerine 7 de yola çıktık.

Nizip, Birecik, Antep, Osmaniye…. Her geçtiğimiz yerde etrafı inceliyoruz. Çünkü mecburi hizmet yüzünden her memlekette bir arkadaşımız var. Yollarda benzinimizi totalden almaya çalıştık. Çünkü 75 ytl’ye çeyrek bilet veriyordu. Normalde para ile almadığım için yılbaşı gecesi Muhammed ve bana eğlence olur diye düşündüm. Mehmetle de anlaştık, biletler benim ve bir şey çıkarsa istediğim yere bağışlayacağım. Diyarbakır, antep, adana ve gebzeden olmak üzere 4 tane biletim var. Daha 2-3 tane daha bilet alabilecekken yollarda total bulamadığımız için alamadık. Her aldığım biletin no’larını ve aldığımız şehri yazdım.
Otoyolda mola verip kahvaltı yaptık. Adana’nın Ceyhan ilçesinde uzaktan da olsa dağın tepesindeki kalenin resmini çekebildim.
Yılan kale (diğer adı şahmeran kale) dağ kaleleri zincirinin ilk halkasıymış. Rivayete göre şeyh meran adında bir şahıs burada yılan üretir ve terbiye edermiş.
Adanaya 30km kala oto yolda yol kenarlarında kaktüsler vardı. Şehirde de vardır diye umuyordum ama göremedim. Yol boyunca karlı torosları seyrettik. Adanada yol kenarlarında ağaçlar mandalina ağaçlarıydı. Bayağı güzel görünüyorlardı. Önce üniversiteye çıktık. Seyhan nehrini ve barajı görmek için. Ama boşuna çıkmışız. Nehri oradan göremedik.

Ama üniversite (balcalı kampusü) bayağı güzeldi. . Yol boyunca ağaçlarla kaplıydı. Adanada bayağı gezindik ama ne güzel bir caddesini ne de tarihi bir eser gördük. Tek görebildiğimiz sabancı camii oldu. Ortadoğunun en büyük camisiymiş. Gerçekten de çok büyüktü. Biz içine ayrı ayrı girmek zorunda kaldık. Çünkü arabamızı caminin önüne bıraktık ve birisi camını vs kırar diye birimiz başında bekledik. Camii tam Seyhan nehrinin kenarında. Otoparkı yok, yeni yapılıyor. Önce ben gidip gezdim. İçerde 11-12 yaşlarında 5 tane kız geziyor ve resim çekiyorlardı. Çenemi tutamadım ve her yerin bir adabı olduğunu, mabede saygı için buna uymak gerektiğini, bunun tesettürle bir alakası olmadığını, vatikana da kolsuz tişört ve şortla girilemediğini, başlarını camiye girerken örtmeleri gerektiğini anlattım (napayım çenem durmuyor). Kızlar bilmiyorduk dediler. Belki benden kurtulmak için öyle söylediler yoksa bu ne cahillik. İleride tarihi eser olarak kalabilecek bir eser. Hemen camiden sonra çok büyük ve güzel bir park vardı.
yukarda da dediğim gibi gerisi resimlendirilmeyi bekliyor.