Tuesday, November 27, 2007

Muhammede kemik iliği nakli yapılacakmış. Acil olmadığı için sıraya girecekmiş. Antalyadan ne zaman çağırırlarsa o zaman gideceklermiş. Birkaç ayı bulabilirmiş. Serviste ilik nakli yapılan başka bir çocuğun annesi antalyada 6 ay geçirdiklerini söylemiş. Yani beyazıtı alıp orada bir ev tutmaları gerekecek. Neden Antalya sorusu için de cevap; istanbulda hastane tadilattaymış, ankaradaki hoca yurt dışındaymış. Geriye kalıyor İzmir ve Antalya. Antalya hematoloji Akdeniz anemisi yüzünden bayağı iyiymiş. Zaten tedavinin daha başında bir arkadaşım da oranın bayağı iyi olduğunu söylemişti. Bayağı sıkıntılı bir süreçmiş. Henüz gidecekleri tarih belli olmadığı için muhammede bir şey söylememelerini söyledim. Şimdiden sıkıntıya girmemesi için. Öğretmenler gününde öğretmenini aramış. Bu sene gelemiyorum ama seneye okula geleceğim demiş (İnşallah). Öğretmeni de duygulanıp ağlamış. Sonra da teyzesini arayıp onun öğretmenler gününü kutlamış. ‘Teyze, belki seneye benim İngilizce öğretmenim sen olursun’ demiş. Sürekli su içmek istiyormuş. Ablam çok harareti var diyor. İçtikçe kusuyormuş. Sabah 2-3 kez kahvaltı yapıyormuş sonra hepsini çıkarıyormuş. Biraz zayıflamış. Doktorların arkasından artık eve gitmek istiyorum diye bağırıyormuş.

beyazıt,hido ve muhammed
Posted by Picasa
Bana gelince sabah annemin telefonu ile uyandım. Kalk artık yeter uyuduğun dedi. Kahvaltı yerine dünkü yaptığım sebze çorbasını içtikten sonra kitapları toplayıp koliye doldurdum. Askıdaki yazlıkları katlayıp kırmızı bavula yerleştirdim. Banyodaki krem vs’yi biraz toparladım. Yolculuk hazırlıkları başladı.

Sunday, November 25, 2007

kaburgacı ve egg cosy

Cuma günü mehmeti bekledim, gelsin de dışarı çıkalim diye. Boşuna beklemişim. Gelir gelmez, çok uykum var demeye başladı, bir de dışarısı çok soğuk, kulaklarım üşüdü. Bütün hafta boyunca dışarı çıkmadığım için biraz üzüldüm. Beni güldürmek için bissürü şey yaptı ve sonunda normalde döndüm. Cumartesi günü geç kalktık ve kahvaltı sonrası hazırlanıp dışarı çıktık. Önce market alışverişlerimizi yaptık. Babile gidip desa açılmış mı diye baktık, hala açılmamış. Akşam yemeği için nihayet kaburgacı selim amcaya gittik.

(netten kaburga dolması ile ilgili bu yazıyı buldum) Kaburga Dolması, kökeni Irak'ın Musul-Kerkük bölgelerine dayanan, doğu mutfağının ve damak zevkinin en otantik yemeklerinden bir tanesi. Hazırlanması büyük bir ustalık istediği kadar zor ve yorucu da. Kuzu ya da erkek oğlakların ön kol ve yanlarından alınan kaburga, içi haşlanmış iç pilavla doldurulduktan sonra dikiliyor ve 5-6 saat süreyle buharda pişiriliyor. Eğer kıvamı tutturamazsanız ya kaburga patlıyor ya da iç pilav bozuluyor. Hazırlanışındaki bu zorluk ve ustalık nedeniyle de her zaman yapılan bir yemek değil kaburga Dolması. Ancak düğünlerde, özel günlerde, özel misafirler ağırlandığında yapılıyor.

burada birkaç şubesi var. Kamilenin dediğine göre buradakiler istanbuldakinden daha iyiymiş. Egemen mehmete güzel değil yemeyin dediği için ve Mehmet benim aksime farklı olan hiçbir şeyi yemek istemediğinden adana siparişi vermişti ama kaburga dolması en az iki kişilik olduğu için o da kaburga dolması yemek zorunda kaldı. Biz Mardin yolundakine gittik. Sanırım en güzel yeri burası. İlk başta az kişi vardı. Bizden sonra bayağı kişi geldi. Ortam gayet güzeldi. Burada gittiğim en güzel restaurant. Mehmet gurme isimli restaurantın buradan daha iyi olduğunu söyledi. Oradaki yemekler istanbulda yediğim yemekler gibi olduğu için hiç gitmedim. Servisi de gayet güzeldi.

Kaburga dolması öncesi salatalar geldi, roka salatası, ezme, lebeni, ıspanak kavurması, acur turşusu. Sonra fındık lahmacun, içli köfte ve mumbar dolması geldi.

mumbarı çok merak ediyordum. Mehmetinkini de ben yedim. Dışındaki eti,daha doğrusu bağırsak kısmı ilginçti. Bıçakla kesmek daha mantıklı, dişinle biraz zor bölüyorsun. Ben beğendim. Dediğim gibi ilginçti. İçli köfteleri de güzeldi, rengi açık renkteydi.

Sonra asıl yemeğimiz kaburga dolması geldi. ben daha önceleri yemesini zor olacağını düşünürdüm. Kemikleri ayırmak falan. Meğer çok zahmetsizmiş.

Masaya getiriyorlar ve gözünüzün önünde et ve kemikleri birbirinden ayırıyorlar.

Bence tadı gayet güzeldi. Mehmet de beğendi. öyle pimişki yanlışlıkla ağzıma gelen kemik bile pişmişti. ağzımdan çıkarmak yerine onu da yedim. Yemek sonrası evimize geldik ve çayımızı içtik. Cnn türk’te 50 yeri seyrettik. Urfayı gösterdi ve bizim kaldığımız otelde kaldı. Mehmet tv seyrederken ben de uzun zamandır ördüğüm yumurta şapkalarımın (egg cosy) resimlerini çektim. şimdilik yumurtalığım olmadığı için kartonda çektim.

Bu fikir ilk aklıma geldiğinde örsem mi örmesem mi diye çok düşündüm. Sonra nette baktım başkaları ve başkaları yapmış hatta satıyorlar. en çok da bunu sevdim.Sonra eğlenceli olur diye ve mehmetin de benim de yeğenlerimin hoşuna gider diye örmeye başladım.

İlk yaptıklarımdan bir kaçını esmeye gösterdim. Benimle dalga geçti. Ama ben umursamadım ve 10-12 tane kendime birer tane de mehmetin yeğenlerine ve kendi yeğenlerime yaptım. Bunlar pişmiş yumurtayı yiyene kadar sıcak tutmak için ve bir de sofrayı daha eğlenceli hale getirmek için.

Friday, November 23, 2007

Ablamlar hastaneye yatalı 1 ay, 1 hafta olmuş. Muhammed pek iyi değil. Sürekli kusuyor ve geceleri uyuyamıyormuş. 1-2 haftadır böyle. Daha öncesinde odasında olan Ercan abisi (sağlık meslek lisesinde okuyormuş. Anestezi teknisyeni olacakmış) sayesinde günlerin nasıl geçtiğinin anlamıyormuş. Birlikte gülüp eğleniyorlarmış. Sonra Ercan abisi dün çıktı ve yerine yeni biri gelmiş. Ayşenurla yaşıt, lise 1 e giden bir çocuk. 8 kardeşlermiş, samsunun bir köyünden. Ablam üstü başı perişan ve çok pis kokuyordu dedi. Kayınvalidesine telefon açıp hemen çocuğa yeni bir pijama takım almasını söylemiş. Kayınvalidesi de bizim odaya hiç mi maddi durumu iyi olan biri gelmeyecek? Bıktım pijama almaktan demiş. Belki de oraya bazı insanlara yardımcı olmak için gittiler kimbilir?

Dün konsültasyon sonucu belli olmuş ama ablamlarla hala konuşmamışlar. Sonucu öğrenmek pazartesiye kalmış. Ama ablamın dediklerine göre ben kemik iliği nakli olması gerektiği gibi bir sonuca vardım. Bakalım Allahtan hayırlısı.

Küçükken o kadar zayıftı ki onunla hepimiz dalga geçerdik sıska diye. Yanakları olduğu için yüzünden belli olmazdı da vücudunu görünce zayıflığı hemen anlaşılırdı. Ayşenur da onun aksine bayağı kiloluydu. Ona da sürekli az ye ayşenur derdik. O günlerde Muhammed ayşenuru kıskanırdı. Sürekli şişman olduğu için ona kızardı. Ayşenurun bebeklik resimlerine bakıp o zamanlar da şişkoymuş derdi. Sonra Muhammedi istanbula doktora getirdiler. Alerjisi yüzünden steroid başlandı ve sonra Muhammed şişti. Ayşenurun tombik günlerindeki gibi kocaman yanaklı bir çocuk oldu. O arada ayşenur istememesine rağmen okulundan alınıp özel okula verildi ve ayşenur sıkıtıdan birkaç günde bütün fazla kilolarını verdi. Sonra da boyu uzayınca güzel bir kız oldu. muhammed berat dayısına çok benziyor. berat da küçükken minicik hapları bile yutamazdı, muhammed de öyle. yutması gereken ilaçları annesi fındık ezmesinin içine katıyormuş ve katır kutur yiyormuş. küçükken berat da annemlere az çektirmemişti. daha minicik bebekken ona iğne yapılıyordu da sesini duymamak için kulaklarımı tıkadığımı ve birşey görmemek için kapının arkasına saklandığımı hatırlıyorum. kafasını oraya buraya çarpmaktan buynuz çıkmıştı. kendisine 1 kez araba, bir kez önünde cam olan motorsikletlerden çarpmıştı. bir kez de kuş kafesinde olan merdivene çıkmaya çalışırken düşüp kafasını yarmıştı. annemler hastaneye götürmüşlerdi. bir de havale geçiriyordu sürekli annem kadın yalınayak kucağına alıp komşulara giderdi doktora götürmek için. ayriyeten top,saklambaç vs ne oyunu olursa olsun muhakkak kafasını oaraya buraya çarpardı, dediğim gibi kafasında 2 tane boynuz vardı. büyüdükçe o boynuzlar yok oldu. burnu ise artık büyüdüğünde iyice yamulmuştu da estetik yaptırdı. yakışıklılığının çoğunu da o burna borçlu zaten. en son da ortaokulda yatılı okula izmire göndermişlerdi de hiç bir şey yemediği için aynı aidsliler gibi olmuştu. asansörde dahi halzsizlikten ayakta duramıyor, yere çömeliyordu. annem ondan az çekmedi. ama şükür iyileşti. inşallah muhammed de onun gibi şifa bulur, bugünler geride kalır, dayısı gibi yakışıklı bir adam olur. Onları o kadar seviyorum ki anlatamam. Benim gözbebeklerim. (resimde muhammedin zayıf günlerinden birinde,yeni camii önünde)

Dün akşam ben cnbc deki Calendar Girls - (Takvim Kızları) isimli filmi seyrederken (çok güzeldi) mehmette her zamanki gibi nette gazeteleri okudu ve film uzayınca o da sık sık yaptığı gibi sağlık bakanlığının sayfasına baktı ve sonra canımız çok sıkıldı. Bizim tayin işi yine zorlaştı. Orduda anestezi doktor açığı yok gözüküyor (samsunda açık var, orduda yok. Nasıl iş anlamadım). Önceden çok rahattık ama şimdi ya olmazsa diye içimizi bir korku kapladı ve bütün geceyi uyumadan geçirdim.

Bütün hafta boyunca evdeydim. Hafta sonu eğer hava da çok kötü olmazsa dışarı çıkacağız inşallah. Pazar günü ise yine evde geçecek. Çünkü Pazar günü burada bir şeyler olabilirmiş. Güvenlik açısından evde kalmamız gerekiyormuş.

Tuesday, November 20, 2007

şahmeran

internette iki tane şahmeran efsanesi buldum. seneler önce lokman hekim ve şahmeranla ilgili bir efsane okumuştum ve çok hoşuma gitti. maalesef ki birebir aynısını bulamadım. tam olarak nasıl olduğunu da doğrusu hatırlamıyorum. işte netten bulduklarım

resimdeki benim aldığım şahmeran
ŞAHMERAN VE LOKMAN HEKİM EFSANESİ
Vaktiyle, binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla giren bir adam, yılanlar tarafından padişahları Şahmeran'a götürülür. Şahmeran adama canını bağışlayacağını ancak kendisini misafir etmek zorunda olduğunu söyler. Yerini bilen birini serbest bırakarak kendi hayatını tehlikeye atmak istememektedir. Şahmeran ona çok iyi davranır. Adam bir dediği iki edilmeden bütün ihtiyaçları sağlanarak yaşamakta, günlerinin büyük bölümünü Şahmeran'la sohbet ederek geçirmektedir. Ne kadar rahat da olsa, gerçek dünyadan uzak bir mağarada süren bu hayattan sıkılan adam, bir gün yeryüzüne dönmek için Şahmeran'dan izin ister.Şahmeran adama güveninin tam olduğunu, yerini kimseye söylemeyeceğine inandığını belirterek gitmesine izin verir. Ancak kendisini gördüğü için vücudunun pul pul olacağını, bu yüzden vücudunu kimseye göstermemesi gerektiğini de tembih eder.Yeryüzünde normal hayatına dönen adam, Şah-meran'ı gördüğünü hiç kimseye söylemez. Bu arada padişahın kızı hasta olmuş, tedavisi için bütün ülke seferber edilmiştir. Kızın iyileşmesini en çok isteyenlerden biri de vezirdir. Gerçek amacı kızla evlenip oğlu olmayan padişahın yerine ülke yönetimini ele geçirmek olan vezir, bütün büyücüleri toplayarak, bu hastalığa çare bulmalarını ister. Büyücülerden birisi, Şahmeran'ın bulunup öldürülmesi ve vücudundan alınacak bazı parçaların kaynatılıp içirilmesi durumunda kızın iyi olacağını söyler. Şahmeran'ı bulabilmek için de vücudu pullu kişilerin aranması gerektiğini ekler. Vezir ülkedeki herkesi zorunlu olarak hamama götürüp soydurarak, Şahmeran'ı gören kişiyi bulur. Adam, Şahmeran'ı öldüreceğini vaat ederek mağaraya gider. Şahmeran'a bütün gerçekleri anlattıktan sonra, ne yapması gerektiğini sorar. Şahmeran: "Ölümümün senin elinden olacağını zaten biliyordum" diyerek kendisini öldürmesini, ancak bunun gizli tutulmasını ister. Çünkü öldüğü duyulursa, dünyadaki bütün yılanlar, insanlardan öç almaya kalkacaklardır. Daha sonra: "Kuyruğumun suyunu kaynat ve vezire içir ki kısa zamanda ölsün. Gövdemin suyunu kaynat ve kıza içir ki iyileşsin. iç ki Lokman Hekim olasın" diye ekler. Adam biraz da buruk bir şekilde bunları dinler. Şahmeran yılanlara, adamın misafiri olarak gideceğini, çok uzun yıllar dönmeyeceğini, kendisini merak etmemelerini söyler ve yeryüzüne çıkarlar. Adam Şahmeran'm dediklerini yapar. Vezir ölür, kız iyileşir, kendisi de Lokman Hekim olur...KAYNAK:Yrd.Doç.D r. Refıye Şenesen

Diğer şahmeran efsanesi

Günümüzden binlerce yıl önce, bugünkü Tarsus kenti civarlarında yedi kat yerin dibindeki mağaralarda yaşayan yılanlar varmış. Meran adı verilen bu yılanlar, çok akıllı ve iyi yüreklilermiş. Arkadaşlığa, dostluğa, sevgiye büyük önem vererek, barış içinde mutlu bir hayat sürerlermiş. Meranların başında Şahmeran denilen eceleri varmış. Genç ve güzel bir kadın olan Şahmeran hiç yaşlanmaz, öldüğü zamanda ruhu kızının vücuduna geçermiş.
Geçmişten günümüze kadar gelen bu efsaneye göre Şahmeran'la karşılaşan kişi Camsab'dır. Yoksul bir ailenin oğlu olan Camsab, evinin geçimini arkadaşları ile odun satarak sağlamaktadır. Bir gün arkadaşları ile birlikte bir kuyu dolusu bal bulan Camsab, arkadaşlarının açgözlülüğü yüzünden kuyunun içindeki bal bitince kuyuda bırakılır. Terk edilen genç cebindeki çakıyı kullanarak burada gördüğü bir deliği genişletir ve daha büyük bir yere geçer. Uyandığında etrafının yılan ve ejderhalarla dolu olduğunu görür. O sırada yarı insan yarı yılan olan Şahmeran yanına gelir ve konuşurlar. Camsab kendisine yapılan ihaneti anlatır. Camsab'ın anlattıklarını dinleyen Şahmeran onu kuyudan çıkaracağını söyler. Fakat gençten ömrü boyunca asla yerini söylemeyeceğine dair söz alan Şahmeran ona yeterli miktarda dünyalık vererek genci kuyudan çıkarır.
Köyüne dönen Camsab, ülkesinin hasta hükümdarının iyileşebilmesi için Şahmeran'ın etinin önerildiğini duyar ve ses çıkarmaz. Bir gün arkadaşları ile sohbet ederken Şahmeran'ı gördüğünü ağzından kaçırır. Arkadaşları tarafından bu olay padişaha ulaştırılır. Padişah Camsab'ı huzuruna çağırarak Şahmeran'ın yerini göstermesini ister. Fakat Camsab bir türlü Şahmeran'ın yerini söylemez. Kendisine altınlar ve vezirlik ünvanı verileceğini duyan Camsab Şahmeran'ın yerini vezire gösterir. Vezir bazı sihirli kelimeleri söyleyerek Şahmeran'ı altın bir tepsi içinde kuyunun dışına çıkarır. Vezir'in adamları Şahmeran'ı öldürür ve onun etini hükümdara yedirirler, hükümdar sağlığına kavuşur. Efsane, Şahmeran'ın insanoğluna olan sadakati ve iyi niyetine karşılık gördüğü ihaneti anlatır.
Bir rivayete görede yılanlar hala Şahmeran'ı yaşıyor biliyorlarmış.

Monday, November 19, 2007

mardin

Geçen hafta ccn türkte 50 yer isimli programda mardini ve nasra (çilli) teyzeyi gösterdi. Zaten biz deyrul zaferanı gezerken fatih türkmenoğlu’nu da gördük. Çekimleri yapmış, oturuyordu.

Neyse kiliseden çıkınca İlkerlerin evinin önünden geçerek kırklar kilisesine gittik. Yolda İlker bizi kahve içmeye evlerine götüreceğini böylece bir Mardin evi görebileceğimizi söyledi.
Ama daha sonra yani kırklar kilisesini gezdikten hemen sonra meral (hastaneden arkadaşımız), eşi ve 2 çocuğu geldiler ve o kadar kalabalık olunca da İlker bizi götürmedi. Biz de hani kahve,hani ev diyemedik. Az daha geç gelseler ne harika olacaktı.
Gelelim kırklar kilisesine; kapısı kilitliydi ve biz gidince kapıyı açtılar. Hem İlker hem de orada çalışan çocuk (rehber olarak değil, rahip yardımcısı falan gibi bişeydi) kiliseyi anlattılar. Kilisenin içinde resim çekmek yasak olduğu için resim çekemedik. o yüzden kırklar kilisesine aşt resimlerin hepsi bahçede çekildi.

Kırklar kilisesi MS 569 yılında iki kardeş adına inşa edilmiş. Putperestlikten hristiyanlığa geçtikleri için bu iki kardeş öldürülmüş ve daha sonra babaları da hristiyan olunca bu kilise onların adına yaptırılmış. 3 yüz yıl ortalarında roma imparatoru hristiyanları öldürüyormuş. 40 kişi (yunan) imparatora karşı çıkıyor ve imparator da bu kırk kişiyi (sivasta) göle attırıyor. Gölün içinde donarak ölüyorlar. Bu kırk kişi tüm hristiyanlar için kutsal sayılıyormuş. sonra kilisenin adı kırklar kilisesi olarak kullanılmaya başlıyor. Daha önceleri kilise resimleri duvarlara yapıldığı ve savaşlar sırasında talan, yangın vs sonucu kiliseler tahrip olduğu ve resimler yok olduğu için, artık resimler duvarlara değil kumaş üzerine yapılıp asılıyormuş. İşte buradaki resimlerden birini nasra teyze yapmış, üzerinde de ismi ve tarih yazılı. Kırk kişiyi gölde gösteren büyük bir resim de duvarda asılı.

Görevli olan çocuk Süryanice dua kitabından bize kısa bir dua okudu. Ben de burada duvarda yazan bir mum yakma duasını defterime not ettim ‘ Ya Rab yaktığım bu mumun vasıtasıyla içimdeki her türlü bencilliği ve kıskançlığı yakarak kül et. İçimdeki sevgiyi yeniden uyandır ve yüreğimi ısınla aydınlat. Ya Rab kilisede uzun bir süre kalmayacağım için bu mumu sana sunmak istediğim bir parçam olarak yanık durumda bırakıyorum. Bugün boyunca duamın sürmesine yardımcı ol. Amin’
Ben bu duayı yazarken İlker de gruba metropolitlerin (Süryani rahiplerin başı) oturarak sandalyesi ile elinde mum ve asa ile Hz İsayı bekler tarzda duvarın içine gömüldüğünü anlatıyordu. Sanırım oturur tarzda durmaları için sandalyeye bağlanıyorlarmış. Kapıdan girişte sağda kalan duvarın hemen arkasındaymış. (aşağıdaki resimdeki mezarlar avluda olan mezrlar. onlar metropolitlere ait değil.)

Bu duvarın da sağ tarafında perdenin arkasında İbrahim müteferrikadan sonra türkiyeye getirilen ikinci matbaa duruyordu. Yalnız kurulu değildi. 1876 da İngiltere kraliçesi tarafından patriğe hediye edilmiş. Eğer bakmak isterseniz kırklar kilisesinin içinde bir dizi çekilmiş. Şurada görüntüsü var.
Kırklar kilisesinden dışarı çıktığımızda merallerle karşılaştık. Ve dediğim gibi kahve işi de yattı.
Kiliseden aşağı doğru inip ulu camiye doğru yürüdük.

Yolda mardindeki tek Keldani kilisesinin yanından geçip Süryani bir usta tarafından yapılan Kasım Tüğmaner Camii’ni gördük.

Ulu camii aslında iki minareliymiş ama minarelerden biri yıldırım sonucu yanmış. Minaresi çok güzel.

Camide de Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sakalı Şerifi var. Duvarda bir cam içinde sergileniyor. Yanına gittiğinizde ışık yanıyor ve Sakalı Şerifi görüyorsunuz.

Camideki minber 400 yıllık ve kündekari (geçirme-birleştirme) sanatı ile yapılmış.

Camii avlusunun batıya bakan kapısından çıkarken hemen duvarın yanında kara bir taş dikkatimi çekti. Nette okuduğum çocukların ellerini sürüp dilek diledikleri taş bu olsa gerek.
Camiden çıkar çıkmaz biri genç diğeri çocuk iki kişi yolumuzu kesti ve mırra ellerinde mırra cezvesi ve fincanlar mırra isteyip istemediğimizi sordular. Tadına bakmış olmak için hepimiz birer fincan içtik. Daha önce mısırda içtiğim ve eve de aldığım arap kahvesi gibiydi. Suriyede de aynı kahve içiliyor. Kuzenlerim oradan getirmişlerdi. Yapılış tekniği; çok fazla kaynatıp kesinlikle köpüğü olmadan ikram edilmesiymiş. Mırra sonrası çarşıya gittik. Pazar olduğu için heryer kapalıydı. İlker bizi açık birkaç mağaza olan yere götürdü. Nihayet uzun zamandır istediğim şahmeranı aldım ama sanırım boyutunu biraz büyük almışım. Ben alınca esme de bir tane aldı. Bakır şekerlik, tas ve bir de küçük kahve değirmeni aldım. Esme ile her gezide olduğu gibi burada da millet gitti ve biz ikimiz koştur koştur aralardan onları yakalamaya çalıştık. Alışveriş sonrası İlker kendi dükkanlarını açtırdı (zümrüt gümüşçülük) ve yorulanlar, çocuğu olanlar ve gebeler ve bizim poşetlerimiz bizi orada bekledi. Ekibin geri kalanı yani esme, Mehmet, ben, meralin kızı ve eşi ve de İlker zinciriye medresesine çıktık. Biraz dik bir merdivenle. Zinciriye Medresesi Melik Necmeddin İsa Bin Muzaffer Davut Bin El Melik Salih tarafından 1385 yılında yaptırılmış. Daha sonraki yıllarda Melik İsa Timur ordusu ile savaşmış ve bir süre bu medresede hapsedilmiş. Bu medrese tepeye kurulmuş.

Öyle bir manzarası var ki muhteşem. Doğuya geldiğimden beri bir Mezopotamya lafını sürekli duyuyordum da kafamda bir türlü bir şekil oluşmuyordu. Artık oluştu. Öyle muhteşem öyle muhteşem ki anlatamam.

Gözünüzün önünde uçsuz bucaksız topraklar uzanıyor sanki bir deniz gibi.

Bu medresenin avlusunda akan bir su ve bir de suyun toplandığı havuz vardı. Bu suya ab-ı hayat deniyormuş ve bu su ve önünde uzanan havuz insan hayatını temsil ediyormuş. Doğuş, yaşam ve ölüm (havuz). mehmet gelmişken hayat suyundan ielim dedi ama görevli kişinin e. colili demesi üzerine ona engel oldum.



(yukardaki resim medreseden lisenin bahçesinin görüntüsü. yani aynı muhteşem manzaraya bu lise de sahip) Buradan türkiyenin en eski kız meslek lisesinin bahçesi gözüküyordu.

(işte lisenin kapısından görülen manzara da bu) Oraya da gittik. Çok güzel bir bina.

ilker yolda mardinin tek han'ını gösterdi. bir zamanlar otel (vakıflar oteli) olarak kullanılmış. şimdi ise otopark olarak kullanılıyormuş.

Yemeğe kebapçı Rido’ya gittik. Aslında esme cercis murat konağının methini duymuş (esme yolda sürekli bu ismi sayıklayıp duydu. Sabah savaşlarla buluşmak üzere eski mardine geldiğimizde arabamızı cumhuriyet meydanına girmeden parkettik ve bir de baktık ki tam da bu restaurantın kapısının önüne park etmişiz)(tv de 50 yerde fatih Türkmenoğlu burada yemek yedi.

Gayet güzel görünüyordu. Hem de biri yurt dışından olmak üzere iki ödüllüymüş. Şimdi olsa ben de gidip orda yerim) ve ona gitmek istiyormuş. Ama İlker onun sadece adı var, marka falan dedi ve bizi kebabçı ridoya götürdü. Daha sonra nette baktım orası da ünlü bir yermiş. Zaten duvarlarında orada yemek yiyen ünlülerin resimleri asılıydı. Özelliği kullanılan kıymanın çekilmeden kıyılarak hazırlanmasıymış. Tadı gayet güzeldi. İçecek olarak hepimiz ayran istedik.

Ayran deyince kapalı değil açık getirelim dediler. Hepimizin de çok hoşuna gitti çünkü tasta getiriliyor ve kaşıklayarak içiyorsunuz. Kebapçı sonrası ünlü badem şekerlerinden (tek katlı ve çift katlı olanlar varmış. Tek katlılar daha güzelmiş. Biz de o yüzden tek katlı olanlardan aldık), cevizli sucuk (şansımıza sadece ekim ayında taze oluyormuş) ve çikolatalı leblebi aldım.

(resimde işaret ettiğimiz çikolatalı leblebi, altındaki eflatun-mavi arası renkte olanlar ise badem şekeri) Mardinin leblebisi ünlüymüş ama biz sade leblebi almadık. Bu arada alırken her şeyin tek tek tadına bakabiliyorsunuz. İstediğiniz her şeyden ikram ediyorlar.


Biz şeker alırken meydanda istiklal marşı okunuyordu. 29 ekim kutlamaları vardı. Neden 28 ekimde yapılıyordu onu pek anlamadık ama meydan tamamen bayraklarla süslenmiş ve her yer askerlerle doluydu.

meydandan geçip arabalara gittik, deyrul zaferana gitmek üzere. daha fazla resim burada.

Thursday, November 15, 2007

dün akşam ablam aradı. Muhammedin çok önceden yapılan ve sonucu bir türlü gelmeyen tahlilinin sonucu gelmiş. bu ay sonunda kurul kemik iliği nakli yapılıp yapılmayacağına karar verecekmiş. bana sanki nakile karar vereceklermiş gibi geliyor. Allahtan hayırlısı ama İnşallah kemoterapi yeterli olur. sadece 1 kere daha hastaneye yatışları kaldığı için mutlu oluyorlardı ama daha önümüzde çok aşama var galiba. bu öyle bir şeyki insanın aklından hiç çıkmıyor. hiç bir zaman hiç birşeye tam sevinemiyorsunuz. sanki her zaman midenizin üzerinde bir yumruk varmış gibi. yatarken onu düşünmek, uyanınca onu düşünmek... ben böyleyim, ablam kimbilir nasıldır.
hafta başında colesiumdan telefon geldi. tadilat bitmiş. aslında fitnısa gitmek istiyordum ama çok az zaman kaldı ve günler de kısa. gitmesem mi diye düşünüyorum. buradan ayrılmama tam 1 ay kaldı. ama maalesef mehmetin işlerde değişiklikoldu. sanırım benden sonra ya 20 gün yada 1 ay burda. halbuki önceden 1 hafta sonra gelecek diye plan yapıyorduk. Allahtan hayırlısı.
babam 2-3 hafta önce ünyede ev baktı ve anladığım kadarıyla işe yarar bir ev bulamamış. yani hayalimdeki ev diye birşey söz konusu değil. o yüzden bugünlere canımı sıkan diğer konu da bu. sanırım istediğim eşyaları alamayacağım. mardine gelince yazarım İnşallah.

Friday, November 09, 2007

gelelim bugünlere; evde olmak gerçekten canımı sıktı. yüzümdeki 2-3 sivilceden mehmet 'canının sıkıldığı bunlarla bile belli oluyor' diye ifade etti. can sıkıntısından motiflerle yeni bir battaniye başladım. örneği netten buldum. benimkisinde mavi olan yerler yeşil olacak. daha sora motiflerimin resimlerini koyarım. şimdiden 10 tane yaptım. dün mehmet hastaneden gelirken bana kışın giymem için pelerin getirdi. hani eski zamanlarda hemşireler, doktorlar giyerlerdiya siyah renkte, onlardan. uzun zamandır istiyordum. onu görünce acayip mutlu oldum, tabii mehmet de mutlu oldu. sanırım buakşam market alışverişine gideceğiz. hafta sonu da mehmetin bir arkadaşının evine, daha doğrusu cevdetlere.

Wednesday, November 07, 2007

midyat-mardin

Zaman geçtikçe yazmak daha zor geliyor. Midyat, Mardin ve urfayı gezdik ama hiç yazasım yok. Daha fazla zor olmadan bir köşesinden başlamak lazım. Hasankeyften midyata geçtik ve yolda
Midyat ve şırnak tabelalarıyla resimler çekindik. Yolda gördüğüm evlerin resimlerini çektim.
Gitmeden nette midyatın evleri hakkında bissürü yazı okumuştum ama Midyat bizi hayal kırıklığına uğrattı. İlçenin girişi ve merkezi doğuya uygun bir şekilde kötüydü.
Eski evler sadece bir bölgede kalmış. Çünkü ilçe göç almış ve Süryani nüfusu azalmış. Gezilmesi gereken manastır ve kiliseleri göremedik. Kimisi çok uzakta, kimisi kapalı imiş.

Biz mor Abraham kilisesini gezdik. Burası Abraham ve hobel isimli iki keşiş tarafından kurulmuş. Burası şimdi bir aileye aitmiş. Görevli rahip kilise ile aynı bahçede oturuyor. Bayağı yaşlı birisi.
Daha sonra mardinde öğrendik ki kendisi aslında mardinde görevliymiş ama midyattaki bu kilisenin rahibi ölünce tayini buraya çıkmış.
Grubumuzdaki herkes adamla resim çekinmek istedi ama görevli adam buna engel oldu. Kilisenin bahçesinin kapısı gittiğimizde kilitliydi. Bize kapıyı açan adam kilise hakkında kısaca bilgi vermişti. Kendisi daha sempatikti. Sonra ikinci gelen şahsiyet bayağı gıcık birisiydi bizi kileden bir kovmadığı kaldı. Mezarın resmini çekeyim dedim adam hemen ‘orası mezar’ dedi. Yani çek git diyor. Neyse sonunda çıktık. Kilisenin aşağısında bir ev vardı. Bu da onun resmi.
(yukardaki resim, hemen kilisenin aşağısındaki bayağı büyük ve güzel ev)Resim çekinirken peşimizdeki çocuklar sılanın çekildiği konağı gösterebileceklerini söylediler ama biz istemedik. Ama sonra şahsen ben pişman oldum. Keşke gezseymişiz. Çünkü daha sonra ne midyatta ne de mardinde Süryani evi göremedik. alttaki resim yeni yapılan bir apartmana ait
İlçenin merkezine gittik ve orada savaşın adını aldığı kuyumcuyu (Sümer kuyumcusunda Markos) bulduk. Savaş ona iki kişiden selam getirmiş. Kuyumcuda bayağı kaldık. Esme 3 şişe şarap aldı. Markos sağolsun ne istersen hemen buluyor.
Ben bir tane telkari bilezik(bileziğim yukardaki resimdeki renkli boncuklu olanlardan), bir tane broş aldım. Esme kendine sıla tokası alınca (telkari) benim de hoşuma gitti ve ben de ayşenura aldım. Sıla tokasını 10 ytl’ye aldık. Mardinde 15 ytl idi. Bileziği 160 ytl den 120 ytl’ye ve broşu da 25 ytl den 20 ytlye aldım. Mehmetin babasına 20 ytl’ye telkari tesbih ablasına da benim broşun aynısından aldık. Mardinde savaşların kalacağı yer belliydi ama bizimkisi belli değildi. Markos bizim için bir oteli aradı ve fiyatı uygun yapacaklarını söyledi ama daha sonra ufak çapta bir kazık yediğimizi anladık. Keşke markosa adamı aratmayıp kendi pazarlığımızı kendimiz yapsaymışız. Midyat Mardin yolu tehlikeli olabilir diye söylemişlerdi. Yol kalabalıktı o yüzden fazla korkmadık. Yolda karnımız çok acıktığından termostaki çayı içip sabahki yaptığım kurabiyeleri yedik. Mardine vardığımızda hava kararmıştı.
Savaşlarla ayrılıp bizim oteli aramaya başladık biraz şehrin dışındaydı. Hasankeyfe gittiğimizde oradan ayrılırken iki tane otobüs gelmişti ve otobüslerin üzerinde 1. artuklu sempozyumu yazıyordu meğer bu otelde yapılmış. Biz otele vardığımızda sempozyuma katılanlar ayrılmak üzereydiler.
Mardin yay grand otel. Adam gruplara yaptığımız fiyat olsun 2 kişilik oda 140 tek kişilik oda 90 dedi. Ama aynı şeyi telefonda soranlara da söylemiş. Akşam yemeği ve sabah kahvaltısı da dahildi. Akşam yemeğinde kuzu tandır vardı ve çok güzeldi. Bir de sanırım kapalı lahmacun gibiolan şey daha önce nette okuduğum buranın yöresel yemekleri arasında yer alan şemsek (kıymalı börek gibi) idi. Karnımızı bir güzel doyurduk. Daha sonra lobide oturup çay içtik. Bana kalsa hemen yatardım ama esme illa sohbet edeceğiz dedi. Daha çok Mehmet ve esme konuştu. Konuştukları konu hastalar olduğu için ve ben de çalışmadığımdan anlatacak bir şeyim olmadığı için ikisi konuştu. Ben esneyip durdum. Sabah saati 7 ye kurdum ama saatlerde oynama olduğu için 1 saat daha uyuyabileceğimizi hatırlayıp mutlu olduk. Kahvaltı sonrası savaş telefon etti nerede kaldınız diye. Biz onlarla buluşana kadar onlar mardin müzesini gezmişler . daha sonra vaktimiz olur sandım ama vaktimiz olmadı. Maalesef müzeyi göremedim. Mehmetin üzüldüğü ise ayini kaçırmamız oldu. Biz gelene kadar onlar Pazar ayininin sonuna yetişmişler.
Biz gittiğimizde (meryemana kilisesi) insanlar kilisenin avlusunda sohbet ediyorlardı. Savaş meğer süryani bir gence rapor konusunda yardımcı olmuş. İşlemlerini hızlandırmış çocuk da ona rehberlik hizmeti yapacağına söz vermiş. İlker normalde deyrul zaferan’da çalışıyormuş rehber olarak ve de bizden 1-2 hafta sonra sezen aksu mardine gelecekmiş ve onu da İlker gezdirecekmiş. Bize kiliseyi anlattı.
Apsisin (kutkutçin,mihrap) önünde bir erkek bir de kadın resmi vardı. Meğer yaşlı karı koca aynı günde vefat etmişler. Birisi ölmüş diğeri de onun acısına dayanamayıp aynı gün ölmüş. Kapıda poşetle ekmek dağıtıyorladı, bize de verdiler. Burada adetmiş.
Müslümanlar da Süryaniler de ölünün ardından ekmek dağıtırlarmış. Ben de arabayı park ettiğimiz yerde fırında ekmekleri görmüş ve içimden ayrılmadan ekmeklerden alalım diye düşünmüştüm. Ekmekler tatlıydı ve tarçınlı. Tadı çok güzeldi.
Mardine gitmeden nette yaptığım araştırmada alttaki yazıyı okumuştum. ‘Mardin'e gidip de Nasra Şimmeshindi Hanım'a uğramadan geri dönülmez. Evine, şehrin girişindeki Güven Eczanesi'nin yanından giriliyor. Süryani olan Nasra Hanım basma boyama sanatının son temsilcisi. Evinde dini motifli basma süslemeleri yapıyor. Babasından öğrendiği el sanatını 80'i aşkın yaşına rağmen devam ettiriyor. Kök boyadan yaptığı melek, aziz, haç, Meryem Ana resimleriyle süslü basmalar kilise perdesi, masa örtüsü, duvar süsü olarak kullanılıyor. Kilise perdesini 1 milyar 200 milyon, masa örtüsü ve duvar süsleri ise boyutlarına göre 25 milyon ile 100 milyon lira arasında değişiyor. Süryani bir aile ile tanışmak ve onların ev yaşamlarına şahit olmak istiyorsanız Nasra Şimmeshindi'ye mutlaka gidin. (Tel: 0482 212 1)’ nasra teyze hakkındaki okuduğum tek yazı bu değildi ve ben de onun evine gitmek istiyordum ama nasıl olur bilmiyordum. Bir de Pazar günleri çalışmadığını ayine gittiğini okumuştum. İlkere söyledim. O benim anneannem dedi ve önümüzde yürüyen yaşlı teyzeyi gösterdi, oymuş.
Pazar günleri ayin sonrası gelinlerinin evine gidermiş. Eğer eve geçerse gideriz dedi. Gün içinde kaç kere telefon açtı ama eve dönmemiş ve biz de gidemedik. Gerisi daha sonra.