Monday, November 19, 2007

mardin

Geçen hafta ccn türkte 50 yer isimli programda mardini ve nasra (çilli) teyzeyi gösterdi. Zaten biz deyrul zaferanı gezerken fatih türkmenoğlu’nu da gördük. Çekimleri yapmış, oturuyordu.

Neyse kiliseden çıkınca İlkerlerin evinin önünden geçerek kırklar kilisesine gittik. Yolda İlker bizi kahve içmeye evlerine götüreceğini böylece bir Mardin evi görebileceğimizi söyledi.
Ama daha sonra yani kırklar kilisesini gezdikten hemen sonra meral (hastaneden arkadaşımız), eşi ve 2 çocuğu geldiler ve o kadar kalabalık olunca da İlker bizi götürmedi. Biz de hani kahve,hani ev diyemedik. Az daha geç gelseler ne harika olacaktı.
Gelelim kırklar kilisesine; kapısı kilitliydi ve biz gidince kapıyı açtılar. Hem İlker hem de orada çalışan çocuk (rehber olarak değil, rahip yardımcısı falan gibi bişeydi) kiliseyi anlattılar. Kilisenin içinde resim çekmek yasak olduğu için resim çekemedik. o yüzden kırklar kilisesine aşt resimlerin hepsi bahçede çekildi.

Kırklar kilisesi MS 569 yılında iki kardeş adına inşa edilmiş. Putperestlikten hristiyanlığa geçtikleri için bu iki kardeş öldürülmüş ve daha sonra babaları da hristiyan olunca bu kilise onların adına yaptırılmış. 3 yüz yıl ortalarında roma imparatoru hristiyanları öldürüyormuş. 40 kişi (yunan) imparatora karşı çıkıyor ve imparator da bu kırk kişiyi (sivasta) göle attırıyor. Gölün içinde donarak ölüyorlar. Bu kırk kişi tüm hristiyanlar için kutsal sayılıyormuş. sonra kilisenin adı kırklar kilisesi olarak kullanılmaya başlıyor. Daha önceleri kilise resimleri duvarlara yapıldığı ve savaşlar sırasında talan, yangın vs sonucu kiliseler tahrip olduğu ve resimler yok olduğu için, artık resimler duvarlara değil kumaş üzerine yapılıp asılıyormuş. İşte buradaki resimlerden birini nasra teyze yapmış, üzerinde de ismi ve tarih yazılı. Kırk kişiyi gölde gösteren büyük bir resim de duvarda asılı.

Görevli olan çocuk Süryanice dua kitabından bize kısa bir dua okudu. Ben de burada duvarda yazan bir mum yakma duasını defterime not ettim ‘ Ya Rab yaktığım bu mumun vasıtasıyla içimdeki her türlü bencilliği ve kıskançlığı yakarak kül et. İçimdeki sevgiyi yeniden uyandır ve yüreğimi ısınla aydınlat. Ya Rab kilisede uzun bir süre kalmayacağım için bu mumu sana sunmak istediğim bir parçam olarak yanık durumda bırakıyorum. Bugün boyunca duamın sürmesine yardımcı ol. Amin’
Ben bu duayı yazarken İlker de gruba metropolitlerin (Süryani rahiplerin başı) oturarak sandalyesi ile elinde mum ve asa ile Hz İsayı bekler tarzda duvarın içine gömüldüğünü anlatıyordu. Sanırım oturur tarzda durmaları için sandalyeye bağlanıyorlarmış. Kapıdan girişte sağda kalan duvarın hemen arkasındaymış. (aşağıdaki resimdeki mezarlar avluda olan mezrlar. onlar metropolitlere ait değil.)

Bu duvarın da sağ tarafında perdenin arkasında İbrahim müteferrikadan sonra türkiyeye getirilen ikinci matbaa duruyordu. Yalnız kurulu değildi. 1876 da İngiltere kraliçesi tarafından patriğe hediye edilmiş. Eğer bakmak isterseniz kırklar kilisesinin içinde bir dizi çekilmiş. Şurada görüntüsü var.
Kırklar kilisesinden dışarı çıktığımızda merallerle karşılaştık. Ve dediğim gibi kahve işi de yattı.
Kiliseden aşağı doğru inip ulu camiye doğru yürüdük.

Yolda mardindeki tek Keldani kilisesinin yanından geçip Süryani bir usta tarafından yapılan Kasım Tüğmaner Camii’ni gördük.

Ulu camii aslında iki minareliymiş ama minarelerden biri yıldırım sonucu yanmış. Minaresi çok güzel.

Camide de Peygamber Efendimizin (s.a.v) Sakalı Şerifi var. Duvarda bir cam içinde sergileniyor. Yanına gittiğinizde ışık yanıyor ve Sakalı Şerifi görüyorsunuz.

Camideki minber 400 yıllık ve kündekari (geçirme-birleştirme) sanatı ile yapılmış.

Camii avlusunun batıya bakan kapısından çıkarken hemen duvarın yanında kara bir taş dikkatimi çekti. Nette okuduğum çocukların ellerini sürüp dilek diledikleri taş bu olsa gerek.
Camiden çıkar çıkmaz biri genç diğeri çocuk iki kişi yolumuzu kesti ve mırra ellerinde mırra cezvesi ve fincanlar mırra isteyip istemediğimizi sordular. Tadına bakmış olmak için hepimiz birer fincan içtik. Daha önce mısırda içtiğim ve eve de aldığım arap kahvesi gibiydi. Suriyede de aynı kahve içiliyor. Kuzenlerim oradan getirmişlerdi. Yapılış tekniği; çok fazla kaynatıp kesinlikle köpüğü olmadan ikram edilmesiymiş. Mırra sonrası çarşıya gittik. Pazar olduğu için heryer kapalıydı. İlker bizi açık birkaç mağaza olan yere götürdü. Nihayet uzun zamandır istediğim şahmeranı aldım ama sanırım boyutunu biraz büyük almışım. Ben alınca esme de bir tane aldı. Bakır şekerlik, tas ve bir de küçük kahve değirmeni aldım. Esme ile her gezide olduğu gibi burada da millet gitti ve biz ikimiz koştur koştur aralardan onları yakalamaya çalıştık. Alışveriş sonrası İlker kendi dükkanlarını açtırdı (zümrüt gümüşçülük) ve yorulanlar, çocuğu olanlar ve gebeler ve bizim poşetlerimiz bizi orada bekledi. Ekibin geri kalanı yani esme, Mehmet, ben, meralin kızı ve eşi ve de İlker zinciriye medresesine çıktık. Biraz dik bir merdivenle. Zinciriye Medresesi Melik Necmeddin İsa Bin Muzaffer Davut Bin El Melik Salih tarafından 1385 yılında yaptırılmış. Daha sonraki yıllarda Melik İsa Timur ordusu ile savaşmış ve bir süre bu medresede hapsedilmiş. Bu medrese tepeye kurulmuş.

Öyle bir manzarası var ki muhteşem. Doğuya geldiğimden beri bir Mezopotamya lafını sürekli duyuyordum da kafamda bir türlü bir şekil oluşmuyordu. Artık oluştu. Öyle muhteşem öyle muhteşem ki anlatamam.

Gözünüzün önünde uçsuz bucaksız topraklar uzanıyor sanki bir deniz gibi.

Bu medresenin avlusunda akan bir su ve bir de suyun toplandığı havuz vardı. Bu suya ab-ı hayat deniyormuş ve bu su ve önünde uzanan havuz insan hayatını temsil ediyormuş. Doğuş, yaşam ve ölüm (havuz). mehmet gelmişken hayat suyundan ielim dedi ama görevli kişinin e. colili demesi üzerine ona engel oldum.



(yukardaki resim medreseden lisenin bahçesinin görüntüsü. yani aynı muhteşem manzaraya bu lise de sahip) Buradan türkiyenin en eski kız meslek lisesinin bahçesi gözüküyordu.

(işte lisenin kapısından görülen manzara da bu) Oraya da gittik. Çok güzel bir bina.

ilker yolda mardinin tek han'ını gösterdi. bir zamanlar otel (vakıflar oteli) olarak kullanılmış. şimdi ise otopark olarak kullanılıyormuş.

Yemeğe kebapçı Rido’ya gittik. Aslında esme cercis murat konağının methini duymuş (esme yolda sürekli bu ismi sayıklayıp duydu. Sabah savaşlarla buluşmak üzere eski mardine geldiğimizde arabamızı cumhuriyet meydanına girmeden parkettik ve bir de baktık ki tam da bu restaurantın kapısının önüne park etmişiz)(tv de 50 yerde fatih Türkmenoğlu burada yemek yedi.

Gayet güzel görünüyordu. Hem de biri yurt dışından olmak üzere iki ödüllüymüş. Şimdi olsa ben de gidip orda yerim) ve ona gitmek istiyormuş. Ama İlker onun sadece adı var, marka falan dedi ve bizi kebabçı ridoya götürdü. Daha sonra nette baktım orası da ünlü bir yermiş. Zaten duvarlarında orada yemek yiyen ünlülerin resimleri asılıydı. Özelliği kullanılan kıymanın çekilmeden kıyılarak hazırlanmasıymış. Tadı gayet güzeldi. İçecek olarak hepimiz ayran istedik.

Ayran deyince kapalı değil açık getirelim dediler. Hepimizin de çok hoşuna gitti çünkü tasta getiriliyor ve kaşıklayarak içiyorsunuz. Kebapçı sonrası ünlü badem şekerlerinden (tek katlı ve çift katlı olanlar varmış. Tek katlılar daha güzelmiş. Biz de o yüzden tek katlı olanlardan aldık), cevizli sucuk (şansımıza sadece ekim ayında taze oluyormuş) ve çikolatalı leblebi aldım.

(resimde işaret ettiğimiz çikolatalı leblebi, altındaki eflatun-mavi arası renkte olanlar ise badem şekeri) Mardinin leblebisi ünlüymüş ama biz sade leblebi almadık. Bu arada alırken her şeyin tek tek tadına bakabiliyorsunuz. İstediğiniz her şeyden ikram ediyorlar.


Biz şeker alırken meydanda istiklal marşı okunuyordu. 29 ekim kutlamaları vardı. Neden 28 ekimde yapılıyordu onu pek anlamadık ama meydan tamamen bayraklarla süslenmiş ve her yer askerlerle doluydu.

meydandan geçip arabalara gittik, deyrul zaferana gitmek üzere. daha fazla resim burada.

No comments: