Sunday, August 26, 2007

nemrut dağı ve maraş

10 ağustos 2007 saat 20:00
Nemrut karadut köyü’nde kervansaray otelindeyiz.
Bugün öğlen 2’ye kadar hazırlık yaptım. Mehmet 2 gibi geldi. Arabayı aşağı yıkamaya vermiş. Eşyaları aşağı taşıdık. Bayağı eşya vardı (güvenlik görevlisi ‘abla hayırdır taşınıyor musunuz?’ diye sordu). Bagajla beraber arka koltuk da tamamen doldu. Önce karpuzcuya uğrayıp kocaman bir karpuz aldık (17 kilo). Mehmet pazarlık yapmaya çalışmasına rağmen adam hiç inmemiş. 30 ytl vermiş (normalde karpuzun kilosu 50 kuruşmuş). Normalde buranın ünlü karpuzu ağustos sonunda çıkıyormuş (bugün mehmet arkadaşlarından birinden gerçekten kazıklandığımızı, mevsimi de olsa karpuzun tadının çok güzel olmadığını ve bizimkisi gibi beyaz kısmının çok geniş olduğunu öğrenmiş). Saat 4 civarında benzin de alıp yola çıktık. Önce siverek’e vardık. Mehmet arada haritaya bakıp doğru yolda olup olmadığımızı söylememi istiyordu. Ama ben pek de başarılı olamadım (gerçi daha sonra yollarda biraz harita okumayı öğrendim). Siverek merkeze uğramadan yola devam ettik. Ordan sonraki yol pek de işlek değildi ve biraz korktum. Feribota kadar olan yol (Atatürk barajının üstünden geçmek için) hem kötüydü hem de çok tenhaydı. Mehmet de ya lastiğimiz patlarsa diye korkmuş. Feribota yaklaştıkça karşı yönden arabalar gelmeye başladı. Feribotun geldiğini anladık. Bu dediğim yol feribotta yani Atatürk baraj gölünde bitiyor. Yol bittiğinde feribota biniyorsunuz ve 10 dk sonra karşıdasınız.

Feribot çok ilkel bir şeydi. Sadece 12 araç alıyordu ve fiyatı 8 ytl (araç başına). Feribot devletin değil, şahsa ait. Mehmet kazançları bayağı iyidir dedi. Akşam saat 8’e kadar işliyormuş. Ama zaten o saatten sonra oralarda durulmaz.

Mehmetle arabadan çıkıp yukarı çıktık. Resim çekip etrafı seyrettik. Feribottan sonra yolda doğru yolda olup olmadığımız konusunda endişelenmeye başladık. Mehmet otelin telefonunu almadığım için bana kızdı (sende bugün bir gariplik var zaten deyip durdu). Kavun satan iki çocuğun yanında durduk ve büyük olan (kız) çocuk Narinceden sonra olduğunu söyledi. Biz de onlardan bir tane kavun aldık. Bu arada söylemeyi unuttum. Feribottan inince çok az bir mesafe gidip sanırım 5 km falandır, menzil yazısını gördük 20 km içerdeymiş. Ablam önceki gece telefonda konuşurken oraya da uğrasanız diyordu da ben böyle yolumuzun üstünde olduğu ilmiyordum. Ama tabii uğrayamadık, hava kararmadan otelde olmak için. Çocuklardan sonra biraz daha ilerleyince nemrut yazısını gördük. Narinceyi geçince yol yine kötü ve tenhaydı. Yol yapım çalışması vardı. Güneşin batışını maalesef yolda kaçırdık. Otele geldiğimizde bir hayal kırıklığı yaşadık. Mehmet de hala aynı yüz ifadesi devam ediyor. Yanında ben de olduğum için içi pek rahat değil. Bayanın kalması için uygun değil diyor (Kahta merkezde çok daha güzel oteller var ama güneşin doğuşu için o kadar yol ve bir de bu dağa gece gece çıkılmaz). Nemruta en yakın otel burası (8 km). fiyatı kişi başı 40 ytl, akşam yemeği ve sabah kahvaltısı dahil. bizden başka aşağıda kağıt oynayan buranın yöre insanından birkaç adam (otelin sahibinin yerinde olsam o adamları oradan kaldırırdım. Çünkü beni tedirgin eden o adamlardı) ve 7-8 kişilik İtalyan bir grup, bir de 1 aydır burada kalan araştırmacıya benzeyen uzun boylu bir adam vardı. Biz dışarıda oturmuş, akşam yemeğinin çıkmasını beklerken (saat 9 oldu, yemek hala ortalıkta yok) biri çocuk, biri de şalvarlı dede olmak üzere 4 kişi (Türk) daha geldi. Onları görünce Mehmet biraz rahatladı. Akşam yemeğinde 15 kişiydik. Zaten otel 17 kişilik. Otel odaları çok ilkel, tv bile yok. Odaların anahtarı normalde evde kullandığımız oda anahtarlarından. Nevresimler ve havlular temize benziyordu. Ama mehmet havlu ile kurulandığında kokuyordu dediği için kendi havlularımızı çıkardım. Nevresimler ise yengemin deyimiyle kimisi Ahmet, kimisi mehmetti (yani çarşaf başka desende ve altımızda iki farklı desende çarşaf seriliydi. Yastık kılıfları benimki kalpli, mehmetinki ise güllüydü).
Şimdi dışarıda masada oturmuş yemeğin gelmesini bekliyoruz. Lütfen yemek güzel olsun. Karnım çok aç.
Buradan sonrası eve döndüğümüzde yazıldı.

Akşam yemeği geç geldi ama gayet güzeldi. gerçi servis çok iyi değildi. çorba, pilav, tas kebabı, salata ve unuttukları için karpuzla gelen yoğurt. Ben yoğurdu yemedim ama Mehmet onu da yedi ekşi ekşi ev yapımıymış, çok güzelmiş. Çayları da çok güzeldi, servis yapan çocuk kendisinin demlediğini söyledi. yemeklerin tadı da çok güzeldi. otelin sahibi turistlere eğer doymadıysanız tekrar yemek verebiliriz dedi. Herhalde bu yerli turist için de geçerlidir. Otelin sahibi adam (adını şuan hatırlayamıyorum) yemek sırasında tüm masaları gezip müşterilerle ilgilendi. Adama yarım yamalak İngilizce, Fransızca ve daha birkaç dili konuşuyor, en azından müşterileriyle anlaşabiliyor. Mehmet sabah kaçta kalkmamız gerektiğini sordu. Güneşin doğuşunu kaçırmamamız için 4 de otelden çıkmamız gerekiyormuş. Yemek sonrası odaya gittik. Kandil olduğu için ibadet etmek istiyordum ama olmadı. Biraz tesbih çektim o kadar (Allahtan evden çıkmadan Kuran okumuştum) ve bir de herkese dua ettim. Erken yattık ama cam açık olduğu için ben biraz tedirgin oldum ve bayağı bir uyuyamadım. Sonra Mehmet camı kapattı ama ben yine de bayağı tedirgin uyuduğum için gece Mehmet yataktan kalktığında bayağı bir korktum. Biraz rahatsız olmuş ve bütün gece boyunca uyumamış. Ben de korkarım diye hiç hareket etmemiş. Saat 3 te uyandım ve bir daha da uyuyamadım. Yani 2 saatlik uyku ile saat 4 te yataktan kalktım. Saat 3 te uyandım ve mehmetle sohbet ettik. Diğer odadakiler kalksın da onlarla beraber çıkalım diye bekledik ama hiç kıpırtı yok. Mehmet sürekli camdan dışarı baktı, yukarı çıkan var mı diye. Bu sebeple saat 4 e kadar hazırlanmadık. Saat 4 te aşağıdan arabalar çıkmaya başladı. Biz de hızla hazırlandık. Biz de 4 te çıksak iyi olurmuş doğrusu. Dışarıya çıktığımızda Türk aile de dışarıdaydı. Dedenin odasını bilmiyorlarmış da dedeyi arıyorlarmış. Yukarı çıktık. Milli parkın girişinde kişi başı 4.5 ytl verip uzunca bir yolu (8 km) arabayla çıktık. Geç kalıyoruz diye Mehmet biraz hız yaptı, ben biraz kızdım. Çünkü dolana dolana karanlıkta çıkıyorsunuz ve aşağısı uçurum. Yukarı çıktığımızda biz de herkes gibi arabamızı park ettik ve bagajdan kışlık montlarımızı çıkarıp giydik. Gerçekten gerekliymiş.

Sonrasında 500 m. yürüyerek dağa tırmandık. Rüzgar soğuk soğuk eserken, ben de burnum tıkalı olduğu için ağzımdan nefes aldığım için boğazım acımaya ve garip garip nefes almaya başladım. Arkamızda garip tipler olduğu için ve bir de güneş her an doğabileceği için Mehmet kolumdan tuttu ve hiç mola verdirmeden (ben arada kenardaki banklara doğru seğirttim ama müsaade etmedi) yukarı kadar zorla beni çıkarttı. Şimdiye kadarki yaptığım sporlar hiç işe yaramamış (nato zirvesinde İstanbulda İtalyan yokuşunu çıkarken ki performansım neyse nemruttaki de oydu).
(sağda yukarda Atatürk baraj göletlerinden biri görülüyor) Yukarı çıktığımızda bayağı kalabalıktı. İnsanlara 4-5 sıra olan basamaklara oturmuşlar, sohbet ediyorlardı. Biz en öne geçtik ve oturduk. Arkamızda birkaç erkek seçim sonuçlarını ve neden iktidar partisinin doğuda bu kadar oy aldığını konuşuyordu (kendileri de doğulu). Başka bir tanesi kendini kameraya çektirip nemrutta güneşin doğuşunun mükemmelliği ile ilgili bir konuşma yaptı (yerel bir tv için program yapıyormuş (o da doğuluydu). Bayağı yabancı turist vardı. yukarıda snırım 100 kişi falan vardı.

Bir grup erkek öğrenci Malatya tarafından gelen yoldan (Malatya tarafından gelirsen yol yukarı kadar çıkıyormuş, yürüme yol kalmıyormuş ) yukarı kadar minibüsle çıktılar ve herkesin önünde kayalıklara oturdular. Bayağı gürültülü bir gruptu. Yukarı sırt çantasında götürdüğüm kek ve çayı Mehmet istemedi, sonra, sonra dedi. Ben de güneşin ilk ışıklarıyla çıkardım. Gerçi biraz ılıklaşmıştı ama olsun.
Güneş doğarken mehmetle bir taraftan izlerken bir taraftan fotoğraf makinesi yüzünden tartışıyorduk. Çünkü birkaç fotoğraf sonrası pillerimiz bitti. Mehmet diğer makineyi almadığım için kızdı. Sonra cep telefonum aklına geldi, onu neden almadın, onunla çekerdik dedi. Yukarda didişip durduk. Güneşin doğuşuna gelince gerçekten harikaydı. Bunu yaşamak için o otelde kalınabileceği sonucuna vardık. Sadece yanımızda nevresim götürseymişiz daha rahat hissedermişiz. Neyse yine güneşin doğuşuna gelelim. Herkes oturmuş bir noktaya bakıyordu (tahmini güneşin doğacağını düşündüğümüz nokta). Sonra yavaş yavaş yükselmeye başladı. Herkes büyük bir hayranlıkla seyretti. Öyle güzeldi ki. Güneş doğduktan sonra sırtımızı döndüğümüz heykellerin yanına gidip onlarla resim çekindik (bizim fotoğraf makinesi naz yapan kızlar gibiydi, kafasına göre bazen çekiyordu, bazen çekmiyordu). Doğu kanadında yeterli resim çektik de batı kanadında (güneşin batışının seyredildiği kısım) çekemedik. Oradaki heykeller de aynıydı sadece daha dağınıktı.
Heykeller Tümülüs üzerine oturtulmuşlardı. Bu tümülüsü commagene krallarından 1. Antiochos yaptırtmış. Adamın mezarının üstüne yüksekliği 50 m. Taban çapı 450 m. olan kireç taşlarının yığılmasıyla oluşturulmuş bir Tümülüs yapılmış. Üstündeki heykeller de aslan, kartal ve tanrı heykelleri ve bir de aralarında I. Antiochos heykeli. Hepsi tahtlarda oturuyor ama şimdi sadece bedenleri tahtta oturuyor, başları kümülüsün önünde kopmuş vaziyette duruyor.

Oradan batı kanadına geçtik. Batı kanadında daha önceden bahsettiğim doğulu tv program sunucusu ve kameraman vardı. Sunucu zincirin arkasına geçmiş, heykelle poz veriyordu. Benim ters ters bakmamdan ve bişeyler söylememden bana doğru gelip ‘bakın hanfendi program yapıyorum da heykellerin yanına geçmem lazım da, ...’, falan da filan da anlatmaya çalıştı. Ama bende yüz ifadesi hala değişmediği için ‘bu zincir, heykellere zarar verecek insanlar için de’ bendeki bakışlar daha da değişti (ne mantık ya!) iyi ben zarar vermiyorum biz de girelim olur mu öyle? Dedim. Ama benim kocam sorun olmasını istemediği için tamam beyefendi kolay gelsin vs dedi. Ama ben hala kötü kötü baktığım için adam bişeyler demeye çalışıyordu. Bu arada bizim peşimizden bir bekçi geldi ve adamdan kasetini istiyordu, içeri girdiği için kızıyor ve bu kaset televizyonda yayınlanırsa vali görüp onu işten atacak diye endişeleniyordu. Bu noktadan sonra mehmetle gülüp inişe geçtik. Aşağı inişimiz çok daha kolay oldu. İnerken Mehmet yine makinayı hatırladı ve yukarı çıktığımız bu yolu çekmemiz lazımdı falan dedi. Aşağı inince kendime bir tane heykel satın aldım. Satan adamın dediğine göre apollo heykeliymiş. Arabyla milli park içinde inerken bir yol ayrımı var, ordan 20 km içerde cendere köprüsü varmış. Romalılardan kalmış ama bizim benzin konusunda sıkıntımız olduğu için gitmedik. Daha sonra Kahta yolundan da gidildiğini gördük ama 40 km bize bayağı vakit kaybettirir diye düşündük. Arabayla otele doğru giderken solda yerle aynı hizada bir yapının üzerinde açıkta (bacada) bissürü turistin (mehmetin deyimiyle bitli turist) yan yana yattığını gördük. Otele dönünce eşyalarımızı hazırladık ve kahvaltı için dışarı çıktık. Kahvaltı açık büfeydi. Öyle fazla bir şey yok, ama gerekli her şey vardı. Güzel bir kahvaltıydı, açık havada hafifçe esen rüzgarda. Mehmet kendi kendine ne kadar çok yediğine hayret etti. Kahvaltı sonrası arabamıza otel sahibinin kahtadan getirttiği benzinden ilave yapıldı ve yola çıktık.
Normal yola çıktığımızda sola dönüp (kahtadan gerger’e giderken Alidar köyünde) çok az bir yol gittik ve Üzeyir peygamberin makamını ziyaret ettik. Ben dua ederken görevli olan yaşlı amca mehmete bişeyşer anlatıyordu. Bize çay ikram etmek istedi ama yolumuzun uzun olduğunu söyleyip oradan ayrıldık. Adıyamandan çıkana kadar 5-10 dakikada bir müziği kapatmak zorunda kaldık. Çünkü burada o kadar sahabe var ki, her yol ayrımında zatın ismi yazıyor ve 2 km içerde vs yazıyor. Biz de hepsinin önünden geçerken birer Fatiha okuduk. Maraşta 2 saatimiz vardı. Daha sonra afşinden hareket eden mehmetin abisi sinan bey, babası ve Sinan beyin eşi ile yol üstünde buluşacaktık. Maraş dağların eteğine kurulmuş. Bizim ilk girdiğimiz cadde hiç güzel değildi ve maraşın gelişmemiş bir yer olduğunu düşünüyorduk ki, ana cadde olmadığını anladık. Biraz turladıktan ve 1-2 insana yol sorduktan sonra arabamızı katlı bir otoparka koyup caddede karşımıza çıkan camii ile resim çekindik. Adını bilmiyorum ama görüntüsü çok güzeldi. bir de caminin resimlerini çektiğimiz yerdeki sütçü imam heykeliyle resim çekindik.
Sonrasında şu ünlü yaşar pastanesini (madonun sahibinin pastanesi) bulduk (Ümmühan yenisi daha güzelmiş, oraya git demişti ama biz eskisine gittik. Çünkü kapalı çarşıya gitmek istiyordum ve burası kapalı çarşının hemen aşağısında). Kapının önünde bir arap turist otobüsü vardı. İçerde bissürü kapalı arap kadını vardı. İçeri geçip labirent gibi uzun yolun en sonundaki noktaya varıp oturduk.
(burası yaşar pastanesi. resim bana bile kötü gözüktü. biraz abartma huyum vardır ama gerçekten çok abartmıyorum. içerisi çok güzeldi, adeta bir müze gibiydi). Ortam loştu ve ne kadar eski bakır kap, eşya varsa onları bir yerlere yerleştirmişlerdi. Benim bayağı hoşuma gitti. Ümmühan tuvaletin bile çok güzel olduğundan bahsetmişti. Ben çok beğenmedim ama mehmetin çok hoşuna gitti. Karnımız çok aç olmadığı için önce su böreği yedik. Çok güzeldi. sonra meşhur Maraş dondurmasından yedik. Mehmet ağzındaki dolgular yüzünden biraz zorla yedi. Bana ise bir porsiyon yetti. Normalde mehmetinkine atlarım ama bence bu biraz şekerli ve insanı kesiyor. Normal dondurma olsa ikisini de yerdim. Ben orada anladım ki ben bir roma dondurmasını bir da normal madoyu seviyorum. Mehmet yaşar pastanesini hiç beğenmedi, hizmet çok kötü, sanki kalk git diyorlar dedi. Yeterince müşterileri olduğu için müşteriye hizmet etmediklerini düşündük. Çıkmadan Mehmet kasada para öderken ben de pastaneyi çekim dedim, içerde resim çekmek yasakmış. Tek çektiğim resim yasak olduğunu bilmeden oturduğum yerden çektiğim resim oldu. 2 kilo da paket dondurma alıp oradan ayrıldık. Yolun karşısına geçip aralardan birine girince kapalı çarşıya girmiş oluyorsunuz. Buranın sadece adı kapalı, çoğu yeri açık. Ama bayağı hoşuma gitti. İçinde semerciler, bakırcılar, kalaycılar, kuyumcular, baharatçılar, tekstil ürünleri ve daha bissürü şey var. ben oraya bayıldım. Kendime bakır tas (ayşe ablaya (mehmetin ablası, annesine ve ablamla ümmühana da), bakır fincan aldım.

En çok da orada satılan rendeler hoşuma gitti, bana çok ilginç geldi ve aldım. Sonra iki tane tahta kaşık ve bir de dolma taşı aldım (gerçi ne işe yaradığını tam bilmiyorum ama olsun). Kuru patlıcanlara baktım ve 4 ytl sanki pahalı gibi geldi ve almadım. Şimdi öyle pişmanım ki anlatamam. Gerçi burada da satılıyor, daha pahalı da olsa buradan alacağım. Kuru sebzeler gazi antepten geliyormuş. Bir dizesinde 50 tane varmış meğer. Sumağım az kalmıştı sumak ve damla sakızı aldım. 5 ve 10 ytl ye çok güzel antep fıstığı kıracakları vardı ama mehmet aldırmadı. sarı olanlar çok güzeldi (10 ytl). ilk gördüğümde fındık kıracağı zannetmiştim ama değilmiş. mehmet tanımda olmasa muhakkak bir tane alırdım. Ahşap oymalarına baktık.benim zaten tepsim ve sandığım var maraştan gelen. Sedef altıgen bir sehpa istiyordum ama maraşın sedefi ünlü değilmiş. Artık İstanbul horhordan alırım diyerek çarşıdan çıktık.
Maraştan kayseriye doğru giderken bol bol çam ağaçlı dağları seyrettik. Manzara gayet güzeldi. yolda karnımız bayağı acıktı, Sinan beylerle sürekli telefonda konuştuğumuz ve onlara yetişmeye çalıştığımız için yolda mola veremedik. Yoksa nette gördüğüm kıskaçlı et tesislerinde durmak istiyordum. Güzel eti varmış ve tesis de bayağı kalabalık gözüküyordu. Maalesefki duramadık. Buluştuğumuz tesis bol sinekli bir tesisti. Onlar pide yemişler çok güzeldi dediler biz de kaşarlı pide yedik ama ben et yemek istiyordum yaa.
Tesisten çıkınca iki araba peşpeşe sarıkayaya kadar gittik. Gittiğimizde çocuklar dışarıda oyun oynuyorlar ve bizi bekliyorlardı.

12-13-14 ağustos

Cumartesi gece geç saatlerde kuzucuk (mehmetin büyük abisi, kendileri avukat olur. bu ismi tabii ki ben vermedim. yeğenleri ve kızı gül ona böyle diyor) ve ekibinin seslerini duydum. İstanbuldan bayağı geç çıkıp bir de yolda geze geze geldikleri için bayağı geç geldiler. Sabah geç kalktık. Yenge hanımla ve kuzucukla sohbet ettik. Babamın ve enderin geçmiş doğum günü hediyesini verdik. Fatihteki evimizdeki buzlukta bekleyen etlerin bir kısmını getirmişler. Sinan bey kesti, biz de mehmetle şişlere dizdik. Kuzucuk da mangalda pişirdi. Sinan bey hepimiz için ekmek arası yaptı ve benim yaptığım ekşi ayranla afiyetle yedik. Böylece buzluktaki eti hep birlikte tüketmiş olduk.
Önceki günün mangal kokuları üstümüzden gitsin diye pazartesi kahvaltı sonrası hep beraber hamama gittik. Geçen yıl eski hamama gitmiştik. Bu yıl ise hep yeni hamam gittik. Bizim düğün yemeğimizin verildiği otele bağlı (mehmetoğulları). Buranın içi daha güzeldi. suyu ılık olan bir yüzme havuzu vardı ve bir de hamam bölümünde bayağı sıcak olan bir havuz (eski hamamdaki bundan da sıcak). İlk sefer sıcak olan havuza girmek çok zor geldi ama diğer günler gayet rahat girdim. Hatta cumartesi annemle (kayınvalidem) birlikte girdik aynı kızılcahmamdaki gibi. Ayşe abla her zamanki gibi bizi bir güzel keseledi. Hamamda bayağı güzel vakit geçirdik. Havuzda yüzdük, fazla kimse olmadığı için de çok güzeldi. sonra da yıkandık.
13 ağustos sudenin doğum günü olduğu için evde hazırlık yaptık. Sarıkayada pastalar iyi olmadığı için dışardan pasta almadık. Ben browni yaptım. yanında başka neler yaptığımızı pek hatırlamıyorum. Sanırım gözlemeleri bu akşam yapmıştık. Çeşit çeşit gözlemeler. Sude’nin saçlarını ben yaptım. sude ve ender bir şey isteyecekleri zaman direkt söyleyemezler, önce annelerine söylerler sonra o da bana söyler. Ya da ben annelerine söylerken duyarım. Saçlarını benim yapmamı istiyormuş ben de yaptım. Bayağı hoşuna gitti. Nesquik reklamındaki çocuk gibi annesine gidip ‘ anne nerminn ablamdan bunun tarifini alır mısın?’ demiş. Pastasındaki mumları üflerken resimlerini çektik. Pastamızı yedik, mehmetin demlediği semaver çayımızı balkonda içtik. Sonrasında herkesin keyfi yerine gelince sudenin hediyelerini verdik (bana kalsa, mumları üfledikten hemen sonra verecektim ama Mehmet verdirtmedi). Biz ona ve güle birer etek almıştık. Aynı model ve aynı renk. İkisi de çok beğendi. Sudeye bir de bikini almıştık, onu da çok beğendi. Denedi ve sonra gelip dayısına gösterdi. Yenge hanım da ikisine bebek almış, deniz kızı şeklinde. O gece onları yatırıp tatilin ilk okeyini oynadık. Tabii gece yatarken oyun oynadığımızı belli edecek her şeyi ortalıktan kaldırdık. Ertesi gün de ağzımızdan bir şey kaçırmamak için sözleştik. Yoksa bizi hiç rahat bırakmazlar, onlar da oynamak isterler ve tabii ki uyumazlar. O akşam Sinan beyin kızı sürekli kustu. O yüzden de ertesi gün kayseriye gidip gitmeyeceğimiz muallakda kaldı.
Sabah yenge hanım ve ayşe abla erkenden kalkmışlar. Ama Mehmet de bir kıpırtı görmediğim için ben tahmin edip kalkmadım. Tabii ki kahvaltıyı 11 den sonra yaptık ve kayseriye falan da gitmedik. Ama Mehmet söz verdi. Annem Cuma geleceği için bugün olmazsa yarın gitmek şart.

15 ağustos, kayseri

(yaaa ben bu günü dün gece yazmıştım. Nereye gitti bu yazdıklarım?) Sabah erkenden geceden anlaştığımız gibi kalktım. Kahvaltı hazırlayıp mehmeti de kaldırdım (9 da). Erken kalkmamıza rağmen bu evde evden çıkmak biraz zor. Sanırım 12 falan olmuştu biz evden çıkarken. Arabada ayşe abla, ender ve sude bizimleydi. Diğerlerinden önce çıkıp boğazlıyanın merkezine girdik. Geçen yıl ilk defa boğazlıyana gittiğimizde Mehmet bana Boğazlıyan kaymakamı kaymakam Mustafa kemal beyden bahsetmişti. Hikayesi beni çok etkilemişti ve geçen yıl heykelinin resmini çekemediğimden bu sefer çekmek istiyordum ama olmadı. Çünkü pillerin yine azizliğine uğradım.
Kayseride ilk alışveriş yapmayı planlıyorduk. Sinan bey kayseride tek alışveriş merkezi olduğunu söylüyordu. Yol üstündeki ipeksaray isimli alışveriş merkezine girdik. Benim işime yarayacak fazla bir mağaza yoktu. Sonra oradaki mağazalardan birinde çalışan kızlardan birine başka alışveriş merkezi olup olmadığını sordum, varmış.

İlanlarda da yazdığı gibi kayseri park istanbulu Kayserililerin ayaklarına getirmiş. Harika bir yerdi. Hangi mağazaya gireceğimi şaşırdım diyemiyorum. Çünkü birkaç mağaza sonrası yenge hanım ve kuzucuk sıkıldılar ve gitmek istediler. Ben de kendimi pek rahat hissetmedim. Mehmet de keşke ayrı olarak başka bir gün gelseydik dedi. Bana kırmızı rugan bir ayakkabı aldık, mehmetin evlilik yıl dönümü hediyesi.

2 ayrı numara denemiştim, adamın bana yanlış numarayı verdiğini düşünüyorum. Sanki bana biraz küçük geliyormuş gibi (neyse ki haftaya istanbula gidiyorum. orada belki değiştirebilirim)(eylül başında gittiğim istanbulda ayakkabılarımı değiştirdim. fiyatı biraz daha inmiş). Mehmete cacharelden 3 tane pantolon aldık. Onun ayakkabısı için de girmediğimiz mağaza kalmadı. Ama bulamadık. Pantolonunun paçası için de 1 saat beklemek zorunda kaldık. Kayseripark’daki en güzel şey yürüyen merdivende kafasını yukardan bana doğru uzatan adamdı. Taksimden tuhan’ı görünce ikimiz de çok sevindik. Daha doğrusu üçümüz de. Tuhanın tayini kayseriye çıkmıştı. Tatile gitmeden kendine bir şeyle almak için uğramış. Ayaküstü sohbet ettik. Onu ve eşini ünyeye davet ettik. Mehmetle kayseripark da mescide gittik. En üstte alışveriş merkezinin sanki dışında gibiydi. Erkeklerinki ön cepheye bakıyor ve boydan boya cam ve dışardan görebildiğim kadarıyla at koşturacak kadar büyük. Bayanlarınkisi ise içinde şadırvanı, tuvaleti var. temiz ve bol tuvalet kağıdı var. askıda ise bol miktarda eşarp, etek, pardesü mevcut. Halılar temiz ve içerisi klimalı olduğu için serin. Bu mescit kesinlikle ‘A’ kalitedeydi.
(yukardaki resim cumhuriyet meydanı (yeni cumhurbaşkanı için halkın kutlama yaptığı yer) Diğerleriyle buluşup kayseri merkeze gittik. Arabaları park edip kalenin civarında yürüdük.

Bu arada hakan 2 kez kustu, biri Sinan beyin arabasına olmak üzere. Sinan bey bayağı kızdı (önceki akşam yenge hanıma hakanı evde bırakmasını, daha rahat gezebileceğini, nasıl olsa hakanın da bişey anlamayacağını söylemişti). Daha önce de Sinan beyin kızı kustuğu için arabası iyice kusmuklu oldu. Kuzucuk daha önce kayseride üniversite okumuş ve bu bölgede yaşamış. Bize kaldığı evleri gösterdi. Sinan bey de ortaokulu burada okumuş.

Atatürk’ün kaldığı evi gördük. Her zamanki gibi bayağı güzel bir evdi.

Kapalı çarşısına girdik. Kapalı çarşı maraştaki gibi yarı açık değildi, tamamen kapalı bir mekandı. Ama sokakları dar ve istanbuldaki kapalı çarşı gibi serin değil gayet sıcaktı.

İçinde de öyle otantik şeyler falan satılmıyordu. Kalitesiz ayakkabılar, kıyafetler falan. Bir de bol miktarda kına gecesi tepsileri ve kına gecesinde gelinin başına örtmek için tül örtüler. Sadece bir tane kırmızı tül örtü hoşuma gitti ama yakınlarda evlenecek bir tanıdığım olmadığı için almadım. Kına tepsileri de diğer her şey gibi vasattı. Biz kapalı çarşıdan hep birlikte kese aldık. Hamam kesesi. Bir tane klasik bir tane de ağız kısmı lastikli aldım. Ertesi günlerde hamamda denedik. O güne kadar bütün kirlerimiz çıktığı için mi yoksa keseler işe yaramaz olduğu için mi bilmiyorum ama hiç kirimiz çıkmadı.
Başka bir çarşısı daha vardı, üstü pleksiglas gibi bişeyle örtülmüş, kazancılar çarşısı. İçinde pastırmacılar falan vardı. Biz içine girmedik.

Hep birlikte ‘merkez pastırmacısı’na girdik. Bize pastırma ikram ettiler. Tadı çok güzeldi. hep birlikte kahvaltıda yiyeceğimiz kadar aldık. Bir de oradan nar ekşisi aldık, kısır için. Şehir dışından siparişlerde kargo fiyatında % 50 indirim yaptıklarını söylediler. Pastırmaları çok güzeldi ama ev için aldığımızı biraz kalın dilimlemişler ama yine de çok güzeldi. O günden sonra birkaç gün pastırma koktuk. Arabaya giderken yanından geçerken hepimin burnuna misşer gibi kokan billur kuru kahvecisinden (45 yıllıkmış) kahve aldık. Kahvecinin içi de çok güzeldi. kapısında da bir kere aldın mı tadına baktıktan sonra muhakkak gelip tekrar alırsın anlamında bişeyler yazıyordu. Tadına daha sonra baktık, gerçekten güzeldi. Hunat camii’ni geçen yıl gezdiğimiz için bu yıl gezmedik. Gezecek başka yerler de varmış da hepsini bu yıl bitirirsek gelecek yıllarda kayseriye gittiğimizde nereyi gezeceğiz? Geçen yıl Sinan beyin daha önce gittiği ve çok beğendiği elmacıoğlu restaurantı zorla bulmuştuk ama çok memnun kalmıştık. Yemekleri de ortamı da çok iyiydi. Doğrusu ya samsunda o kadar iyi bir yer yok bence. Bu sene mehmetle tv de gördüğümüz bir yere gittik. Kayseri-ankara yolunda Toyota plaza’nın içinde kaşık-la mantı restaurant. İçeri girişimizde hakan yine kustu. Bizim içi bir masa hazırladılar (elmacıoğlunun en güzel yanı, gittiğimizde zaten 20 kişilik oval bir masa olduğu için 17 kişi hep birlikte hiç beklemeden oturmuştuk). Çocuklar mantı sevmediklerini söyleyip pirzola istediler. Pirzola ve ızgaraların fiyatı 14-15 ytl, mantı ise 6.5 ytl idi. Yalnız bir tabak mantı ile insan kesinlikle doymuyor. O yüzden biz bir de kayseri tabağı istedik. İçinde sarma, yağlama, içli köfte vs vardı. Yağlama’yı da tv de görmüştük ve gerçekten de adı gibi yağlı bir şey. Lahmacunun daha yağlı ve daha yumuşak hali. Mantının öyle harika bir tadı vardı ki, sude annesinin mantısından biraz alıp sonra da ‘tadının bu kadar güzel olduğunu bilseydim ben de mantı isterdim’dedi. Mantı sonrası yediğimiz kayseri tabağı ile bence ağzımızın tadını bozduk.
Mantıyı yoğurtsuz getiriyorlar. Yanında iki ayrı kasede sarımsaklı ve sarımsaksız yoğurt geliyor. Sonra siz hangisinden istiyorsanız ondan tabağınıza koyup bir de bol baharat ile mantınızı afiyetle yiyorsunuz.
Gelecek senelerde gittiğimizde 1.5 porsiyon mantı yeyip başka hiçbir şey yemeden onun tadını daha güzel hissetmek istiyorum. Kaşık-lanın şubeleri İzmir, İstinye ve cevahirde de varmış. Bu arada paket yaptırıp Sinan beyin eşine de götürecektik ama şişer diye paket vermiyorlar. Paket sadece pişmemiş haliyle veriyorlar. Onun da fiyatı kilosu 16 ytl.
Eve geldiğimizde Sinan beyin eşi mantı bekliyormuş. Meğer almamışlar. Kadın bir de hamile, buzluktan hazır mantıyı çıkarıp onu pişirip yedi. Çocukları erkenden yatırıp balkonda kağıt oynadık. Oyunda Sinan bey ve kuzucuğun hiç şansı yoktu. Bol bol karı-koca biz kazandık. En çok da Mehmet. Bayağı eğlenceli ve bayağı güldüğümüz bir geceydi.

16 ağustos

Sabah mehmet benden önce kalkıp evde şöyle bir gezinip odaya geri geldi ve misafir geleceği haberini getirdi. Kim geleceğini bilmiyormuş, ben hiç bilmem tabii. İki kişi gelecekmiş. Önceki gün sabah kahvaltı sonrası hamam gitmek için anlaşmıştık, anlaşılan hamam sefası daha ileri bir saate kalacaktı. Kahvaltı sonrası diğerleri evi toplarken ben kek yaptım. annem uzun zamandır evde olmadığı için evde fazla malzeme yoktu. Keki neyli yapabilirim diye düşünürken ağaçtaki elmalar aklıma geldi. Balkondan gidip küçük elmalardan kopardım ve keki elmalı yaptım. kısırı da yenge hanımla birlikte yaptık. İkisi de güzel oldu. Misafirler saat 14 de geleceklerdi. Erkekler onlar gelmeden hamam eşyalarını alıp evden çıktılar. Misafirler geldiler ve ben sadece nasılsınız vs den fazla bir şey konuşamadım. Zaten tanımadığım insanlarla eften püften konuşmayı hiç sevmem. Arada beni misafirlerle yalnız bıraktıklarında gidip ayşe ablaya ‘gelsenize yaa, konuşacak bir şey bulamıyorum’ diyordum. Saat 16:00 gibi erkekler yine geldiler, Sinan bey şortunu unutmuş. Meğer yakınlarda bir baraj varmış, oraya bakmaya gitmişler sanırım piknik için uygun mu değil mi diye. Yol kötü olduğu için sonra dönmüşler. Misafirler 17:00 da gittiler. Ayşe abla erkekler gelsinler yemeklerini verelim öyle gidelim dedi. Gözlerim yollarda kaldı. balkonda oturup gözlerimi bahçe kapısına dizdim ama nafile, ne gelen var ne giden. Sinirim yatışsın diye odaya gidip uyumaya çalıştım ama bu sinirle uyunur mu? Birkaç gün önce orada kitaplıkta bulduğum jane austen’ın sağduyu ve duyarlılık adlı kitabını elime aldım ve biraz okudum. Sinirim pek de yatışmadı. Ama biliyordum ki bir iki surat yapacağım ama o beni yine güldürecek ve her şeyi unutacağım. 19:30 da geldiler. Daha onlar kapıdan girerken babam da dahil nerede kaldınız diye herkes sormaya başladı. Mehmet odaya geldi ve gönlümü alması fazla vaktini almadı. Benim küs halimin birkaç resmini çekti.
Ben onu yüzmede geçiyorum diye havuzdan hiç çıkmamış, bol bol atlamış. Çeşitli komplikasyonlar da olmuş ama sonunda başarmış. Sadece sırt üstü yüzmek kalmış. Eve geldiğinde hasta oldum, şefkat tokadını yedim deyip durdu. Ona o akşam bol bol ilaç hazırladım. O zaman da insanın karısı olması ne güzel bir şeymiş deyip durdu. Akşam yemeğini yemedim ve gitmeme kararımı Mehmet engelledi ve beni zorla gönderdi. İyi ki de gitmişim gitmesem tam da sakinleşmezdim. Çok kalmayın dedilerse de ben inadına çok kalmayı planlıyordum ama olmadı. Akşam 21 gibi gidince orası bayağı kalabalıktı. Havuz çok temiz görünmemesine rağmen havuza girdik. Kadınlar havuzdan çıkıp ellerinde tepsi yüksek yüksek tepeleri söylediler ve göbek atıp durdular. Meğer kına gecesi gibi bişeymiş. Doğruyu söylemek gerekirse çıplak insanları oynarken görmek hiç bana göre değil, midem bulanıyor. Havuz dediğim gibi temiz değildi, bone takma zorunluluğu olmadığı için ellerime saçlar takılınca tiksinip çıktım. Yıkanırken elektrikler 1-2 dakikalığına gitti, millet çığlık atıp durdu. Yenge hanım ve ayşe abla mehmete kızdığımı öğrendiler. Zaten benim yüzümden anlamamak mümkün değil ki, sevincimi de üzüntümü de hemen belli ederim.
Eve gittiğimizde çayımız hazırdı. Gece ne yaptığımızı hatırlamıyorum. Muhtemelen kağıt oynamışızdır.

yozgat ve çamlık

Her zamanki gibi çok erken kalkamadık. Annem (kayınvalidem) istanbuldan biz kalktıktan sonra geldi. Halbuki biz uyurken gelir zannediyorduk. Hep birlikte kahvaltı yaptık. Ben bulaşıkları yıkarken diğer herkes piknik malzemelerini hazırladı. Mehmet hasta olduğu için yanıma yedek çamaşırlar ve kendim için de (kene riski yüzünden) mehmetin çoraplarından birini aldım (geçen yıl kendime uzun çorap almayı unuttuğum için, onun kara çoraplarını giymiştim. Bu yıl da kendime çorap alma gereğini duymadım). Bizim arabamıza ayşe abla, sude ve ender bindiler. Yolda tofita yiyerek ve sohbet ederek diğerlerinden önce gidip Yozgat merkezde gezdik. Önce büyük çapanoğlu camiine gittik. Tahmin ettiğimden çok daha güzeldi. daha önce gezdiğim camilerden hiç birine benzemiyordu.

‘Çapanoğullarının ve Yozgat’ın altın döneminde Süleyman Bey imzası var. Sene 1794, ağabeyinin yaptırdığı camiye bir ek yaptırıyor, ardından dönemin şartlarına göre görkemli sayılabilecek bir saray. Günümüze sadece şöhreti ulaşan sarayda her gün 300 kişiye yemek veriliyor, hayır hasenat işlerinde artış oluyor. Yozgat artık bir şehir; yollar Arnavut kaldırımı, büyük bahçeler, güzel konaklar var. Kayseri’den getirtilen Ermeni ve Rumlar kuyumculuğun gelişmesinde ve mimarinin güzelleşmesinde rol oynuyor. Süleyman Bey, ne ağabeyine benziyor ne babasına.
(caminin giriş kapısı, tavan) Halka karşı daha müşfik. Alimlere ve sanat erbabına cömert. Halveti tarikatına mensup ve aynı zamanda hattat. Yozgat’ta yetişip sarayda görev alan isimler bir hayli fazla o dönemde; şairliğiyle ünlü Akif Paşa, Süleyman Bey’in kâtibiyken vezir oluyor. Devlet-i Aliye’nin ilk hariciye nazırı ve son reis-ül küttabı aynı zamanda. Posta teşkilatının geliştirilmesinde emeği olan gazeteci Yusuf Agâh Efendi de bir Çapanoğlu. Daha sonraki dönemlere ait mühim bir isim; Çapanoğlu Müşir Ahmet Şakir Paşa. Sultan 2. Abdülhamid’in yaveri.
(caminin içinde böyle bir kapının olduğunu görmek beni şaşırtmıştı. ama ilerleyen günlerde mehmetin her Allahın günü okuduğu gazetedeki bu yazıyı görünce sebebini anladım. meğer camii 16 yıl arayla iki kardeş tarafından yaptırılmış. yani camii 2 ayrı kişi taraından yapıldığı için 2 ayrı bölümden oluşuyormuş. ve bu camii ilk defa modern resmin kullanıldığı ilk camii imiş. aydınlatıcı bir yazıymış.)
‘Her taşın altından bir Çapanoğlu çıkar.’ sözü de Süleyman Bey’in sadece Anadolu’da değil, İstanbul’da da çok etkili olduğu bu dönemde söylenmiş. Anadolu’yu yakından takip eden Osmanlı, sonunda ‘Tamam.’ diyor, ‘Bu kadar güç fazla.’ ve Çapanoğullarının ileri gelenlerini İstanbul’a, göz önüne getirtiyor. Beyliğin Yozgat’taki ikbal dönemi de Süleyman Bey’in oğlu vezir Mehmet Celalettin Paşa’dan sonra kapanıyor; ama ailenin İstanbul’da yaşayan çocukları her zaman iyi görevlere getiriliyor.’ Burayı aksiyon dergisinden aldım. Yazının sonrasında Osmanlıya başkaldırışları anlatılıyor. Çamlıktan yozgatı seyrederken annem de çapanoğulları yüzünden bu şehrin cezalandırıldığını ve bu şehir bira fabrikası dışında hiçbir yatırım yapılmadığını anlattı.

Caminin girişinde duvarın üstünde caminin, saat kulesinin ve kendi konaklarının resmi (yukardaki resimde görülüyor) vardı ama tamamen tahrip olmuşlar. Camii Osmanlı mimarisinden çok farklıydı. Mehmet Osmanlıya karşı oldukları için bilerek farklı yapmışlardır diyor.
Caminin dışındaki çeşmenin resmini çekerken yaşlı bir amca ‘resim çeken kız, resim çeken kız, gel burayaaa, nerelisin?’ diye bana seslenip durdu. Ama benden bir yanıt alamadı (ne yapayım burada yabani oldum). Sonunda ‘benim de resmimi çek’ dedi. Ben de ‘çektim, çektim merak etme’ dedim.
İçine girilmeyen kilisenin arabadan resmini çektim (sıradan bir binaydı) ve sonra da saat kulesinin resimlerini çektim. Saat kulesinin saati antika değeri kazandığı için orjinali müzeye kaldırılmış. Yimpaştan tavuk aldık ve çamlığa gittiğimizde bir tanesinin bozuk çıktığını gördük. Bu şehre en büyük yatırımları yimpaş yapmış, tabii artık kendisi de bitmiş.

Çamlık Türkiye'nin ilk milli parkı imiş. Buradaki ağaçlar abdulhamit tarafından diktirilmiş (herhade yaveri sayesindedir) ve türkiyede başka yerde bu ağaçlardan yokmuş. Daha doğrusu sadece gürcistanda bu ağaçlardan varmış. Geçen yıl bana ağaçları anlatırken burun kıvırıp karadenizde çok daha güzelleri olduğunu söylemiştim. Ama sonra fark etteim ki bunlar gerçekten farklı. Çadır gibiler, yukarı doğru dik gitmiyorlar da yelpaze gibiler, gölgelik yapıyorlar.
Kene sebebiyle çamlıkta yukarılara çıkmaya izin verilmiyor, yoksa yukarılarda benim gördüklerimden çok daha güzelleri varmış. Çamlıkta bir otel (futbol takımları burada kampa giriyormuş) ve bir de göl var. ama biz daha yukarılarda piknik yaptık. Mehmet mangalı aldığı halde üstündeki ızgarayı almadığı için tekrar şehre inmek zorunda kaldı. mangal yakıldı, semaverde çay demlendi. Közlenmiş patlıcandan salata yapıldı ve biz Sinan bey ve kuzucuk (en büyük abiye çocuklar tarafından verilen isim. Onlar dayılarını böyle çağırıyorlar ve ben de başka isim aramaya üşeniyorum) tarafından etler ve tavuk pişirildi, babam tarafından çay demlendi.

Karnımızı bir güzel doyurduk. Bu arada çocukları etrafımızdan uzaklaştırmak için kozalak toplamaya yolladık. Geldiklerinde bunları satacaklarını ve o parayı paylaşacaklarını söylüyorladı. Gerçekten de dediklerini yaptılar ve bizim tüm bozuk paralarımızı alıp bize birkaç tane kozalak verdiler. Onların ve ağaçların ve semaverin ve ızgaranın ve hepimizin bissürü resmini çektik. Bu arada ben dediğim gibi oraya gidince mehmetin çoraplarını giydim ama kuzucuk ve ailesi biraz abartıp hepsi pantolonlarını çoraplarının içine soktular. Öyle komiktiler ki onları bu halleriyle çektik.
Yenge hanım bu durumu önceden fark edip paçalarını düzeltti. Mehmet onunla dalga geçince ‘keneden değil, karıncaların üstüme tırmanmasını istemiyorum’ gibi şeyler söyledi. Halbuki böyle demeye ne gerek var ki ben olsam açık açık ‘ ne olmuş, ben keneden korkuyorum ve tedbirli davranıyorum’ derdim. Piknik boyunca gülün kardeşi hakan tuvaletini yapmadı. Annesi ve babası kaç kere wc de dahil bilimum yerlere götürdüler ama o, sarıkayada tuvaletimi yapacağım diye tutturdu. Sonunda da yolda mola verdiğimiz yerde işedi ve Mehmet de habersiz onu kucağına aldığı için üstü başı battı. Aldığım çamaşırlar o zaman işe yaradı. Mehmet bayağı bir sinirlendi, çocuğa değil, annesine.
Sarıkayaya onlardan önce vardık ve trt de canlı olarak yayınlanan konseri görmek için büyük bir parka gittik. Bayağı kalabalıktı ve daha önce bu parkı görmemişim. Sadece şöyle bir bakınıp eve döndük. Evde anneme aldığımız hediyeleri verdim (ceyodan güzel bir ev terliği ve maraştan hamam tası). Annem kızım her seferinde bir şeyler getiriyorsun beni mahcup ediyorsun gibi bişeyler söyledi. ben de bana verdiği heybe için teşekkür ettim. mehmet heybenin hikayesini sordu. mehmetin nikah şahidinin kız kardeşinin düğününde annemin babasının at arabası gelin arabası olmuş ve o zamanlar (şimdilerde konvoydaki arabalara tülbent, havlu, tül bağlandığı gibi) arabalara heybe takılırmış. annemin babası düğün sonrası heybeyi anneme vermiş. annem de hem babasının, hem de şimdi rahmetli olan (benim adaşım) gelinin hatırası olarak bugüne kadar saklamış. sonra da ben gereken önemi veririm diye bana vermiş. ben de çok beğendiğimi ve onu çerçeveleteceğimi söyledim. bu da onu daha çok memnun etti.

Annem geldiği için artık bizim buradan götürdüğümüz ünlü karpuzumuzu Sinan bey kesti. Bu hakkı en çok kendinde gördü. Çünkü Mehmet karpuzu hiç taşımamasına rağmen, o arabadan alıp önce eve sonra da çamlığa giderken belki yeriz diye çamlığa sonra da orada yemeyince tekrar eve taşıdı. Karpuz tahmin edilidiği gibi tam olmamıştı. Ağustos sonunda tam oluyorlarmış.

Beyaz olan kısmı bayağı genişti. Tadı da öyle çok güzel değildi yine de yarısını yedik. Diğer yarısı sonra yenir diye kaldırıldı ama bir daha yenmedi ve çöpe gitti. O akşam bir de Maraş dondurmasının geri kalan 1 kilosunu çıkarttık. Biraz ermişti ama yine de hep birlikte afiyetle yedik. Son gece olduğu için millet yine okey oynadı. Ben yorgun olduğum için elime kitabımı alıp yanlarına oturdum. Ama sonunda okeyi bırakıp pis yediliye geçtiler ve beni de oyuna dahil ettiler. Kim yendi hatırlamıyorum ama son günlerdeki oyunlarda pek de başarılı değildim.

18 ağustos

Sabah kahvaltı sonrası Sinan bey ve ayşe ablanın hazırlıklarını izledik, son konuşmalarımızı yaptık. Kayseriden alıp da bir türlü içemediğimiz kahveyi onlar gitmeden içelim dedik ve pazardan alınan sütle sütlü kahve yaparken süt kesti ve ikinci kez, dışardan alınan sütle sütlü kahvemizi yapıp içtik. Her iki ailenin eşyaları nasıl sığdıysa o küçücük arabaya sığdı. Yalnızca ayaklarının altında da eşyalar vardı o kadarcık. Giderken ayşe abla her zamanki gibi ağladı. Sude (önceden su demiştim, adını sude demeye karar verdim) de tabii ki. Anne annesine sarılırken ‘anane, kışın konyaya geleceksin değil mi?’ diyordu. Arabaya bindiler ve hareket ettiklerinde gül arkalarından bir saksı su döktü. Onlar gidince akşam yemeği için dışardan etli ekmek sipariş vermeye karar verip hazırlanıp hamama gittik. Annem, ben, yenge hanım, gül ve kardeşi. Hamam önceki kadar kalabalık değildi. Havuzda gül sırt üstü yüzmeyi de öğrendi. Suya da takla atlayarak atlıyor. Annesi geçen yıl tatilde yüzerken bu yıl bütün öğrendiklerini unutmuş. Havuzda biraz eğlendik. Ordan buradan o kadar çok kişi suya atlıyordu ki sonunda havuzdan çıkıp annemin yanına hamam bölümüne gidip oradaki sıcak su havuzuna girdim orada küçücük mesadefe bir o tarafa bir bu tarafa yüzdüm. Yıkanırken diğer havuzdaki kızlar geldiler ve yine havuza atlamaya başladılar. İkaz edince Allahtan ısrar etmediler. Son yıkanmamızı da güzel bir şekilde yaptık. Ve eve gittiğimizde sadece ayran yaptık ve yemeğimizi yedik. Mehmet ve abisi rahatsız oldukları için ikisi de hamam gitmemişlerdi. Bu tatilde herkes tek tek hasta oldu. Çocuklar sürekli kusup durdular, bükler de enterit oldular. Hasta olmayan ender kişilerden biri olarak ben son gün sabah boğazım ağrıyarak uyandım ve şimdi ise ilaç da kullanmadığım için daha fazla ilerledi. Akşamı eşyalarımızı hazırlayarak geçirdim. Yatmadan önce kısa bir sohbet sonrası yenge hanıma şişle örgüyü gösterdim ve yattık.

eve dönüş

Pazar sabahı erkenden kalktık. Kahvaltı sonrası herkesle vedalaşıp yola çıktık. Arada uykum gelse de sohbet etmeye çalışarak yola devam ettik. Kayseri Malatya arasında hiç yerleşim yeri yoktu. Bol bol dağ manzarası seyrettik. Gürün’e geldiğimizde annemi aradım. Annemden ziyade ablamla konuştuk. Kübranın nişanının (taylanda beraber gittiğimiz kuzenim alparslanın küçük kardeşi) ayrıntılarını, kimin ne giydiğini vs anlattı. Bu arada Mehmet sürekli manzaraya bak, resim çekmiyorsun, ablanla sonra da konuşabilirsin deyip durdu. Güründe gerçekten güzel manzaralar vardı.
Güzel dağ ve bulutlar... neyse gürün sonrası darendeye doğru giderken fotoğraf çekmeye ve sohbet etmeye başladık. Darendeye girmeden garip isimli bir otel reklamı gördük (tiryandafil)

Anlamının ne olduğunu bilmiyorum ama benim aklıma sindenafil sitratı getirdi (viagra). (o bölgeye göre güzel bir otel) Darendede somuncu baba yazısını ve Hulusi efendi yazısını gördük ve ben gidelim gidelim derken Sinan bey aradı ve mehmetin onunla konuşması bitene kadar darendeden çıkmıştık.
Sonrasında Mehmet sürekli Sinan beyin telefonu yüzünden düşünemediğini keşke buraya kadar gelmişken ziyaret etseydik deyip durdu. Birazcık karısının sözünü dinlese pişman olmayacak ama...

Malatyaya kadar sürekli dağ manzarası ve bulut seyrettik. Malatya dağların arasında bir ovaya kurulmuş.
Malatyaya girerken yolun her iki tarafı kayısı ağaçları ile kaplıydı. Malatyaya girdiğimizde vakit kaybetmemek için hızlı bir şekilde bir şeyler yemeye karar verdik. Yol üzerindeki afraya uğradık. Samsundakinden biraz daha büyüktü. Önce burada ve kayseride numarasını bulamadığımız mehmetin terliğine bakmak üzere floya girdik. Mehmetin terliğini yarı fiyatına aldık. Bir de bir ayakkabı aldık. Çok beğenmediğimiz halde daha güzelini bulana kadar idare eder. Afranın mescidi samsundaki de aynı olmak üzere dindar insanlardan beklendiği gibi vasat. Hatta berbat. Neden gereken özen gösterilmiyor anlamıyorum. İçinde şadırvanı yok. Pis tuvalette insanların garip bakışları altında abdest nasıl alınır? Pis kokulu havalandırması olmayan, leş gibi halılar üzerinde namaz nasıl kılınır? En garibi de kıble işaretinin konmamış olması. Bu sebeple de şahsın biri aynı zorluğu yaşamış olacak ki, duvara tükenmez kalemle kıble diye yazmış. Bu kadar mı zor insanların rahat ibadet edeceği bir yeri hazırlamak. Samsundaki de oradan çok farklı değil. Cevahir veya kayseri park gibi mükemmel örneklerini bu insanlar hiç mi görmüyor acaba? Afrada bu şahsiyetlere demediğim kalmadı.

(resimdeki gelin arabası yüzünden az daha kaza yapıyorduk)
Malatyada devlet hastanesin önünden geçtik, o civarda çok güzel evler vardı. Buraya tayini çıkanlar yürüme mesafesinde evde oturabilir diye konuştuk. Malatyada araba ile tur attık ve belki de Pazar olduğu için kayısı ile ilgili bir yer göremedik. Ve kayısı alamadık. Şehre girerken köylüler satıyorlardı, onlardan almak daha iyi olurmuş. Çıkarken de vardı ama çok daha az. Malatya ikimizin de çok hoşuna gitmedi. Mehmet bana kayısı almak için çok uğraştı ama ben kayısıdan ziyade satıldığı çarşısı varsa onu görmek istiyordum.

(Burası da yolda gördüğümüz ve resim çekinmek için durduğumuz küçük bir gölet) Malatya Elazığ arasında da dağ-bulut manzarası seyrettik. Elazığ malatyadan çok daha güzeldi. doğruyu söylemek gerekirse elazığı güzel bulacağım hiç aklıma gelmezdi. yollarında her iki tarafında ağaçlar olan güzel yolları vardı ve daha önce hiçbir Anadolu şehrinde bu kadar heykel görmemiştim. Her yerde heykeller vardı. Hava alanı tamamen şehrin dışındaydı. Diğer doğu illeri ile birlikte kullanılması içinmiş. Yolda bol bol Tunceli ve Bingöl otobüsleri geçti.

Elazığdan sonra hazar gölüne geldik. Haritada küçük görünüyordu ve ben de yolda gördüğümüz diğer göller gibi küçük bir şey sanmıştım. Meğer ne büyükmüş ve ne güzelmiş. Gölün uzunluğu 22 km, genişliği 5-6 km imiş. Bir de altında 11-13. yüz yılda bu bölgede yaşayan çubuk beyliğine ait olduğu tahmin edilen batık bir şehir bulunmuş. Mehmet buradan hafta sonları hazar gölüne inanların pikniğe gittiklerini söylemişti, gerçekten gitmeye değer bir yermiş. Kıyısında bissürü kamu kuruluşunun tesisleri vardı. Bir de yazlıklar. İnsanlar kıyısında çadır kurmuşlar, piknik yapıyorlardı.
Gölün çevresi dağlarla kaplıydı. Güneşin ve dağların göle aksi öyle güzeldi ki anlatamam. Harputtan sonraki yol kıvrım kıvrımdı ve kalabalıktı. Mehmetle o yolda bir aptallık sonucu bir kaza atlattık. Sonrasında ikimiz de bir daha bu kadar aceleci davranmamak konusunda karar aldık. Bol kıvrımlı yolda eski bir demir yolu vardı ve bu sebeple dağları delmişler. Bissürü tünel gördük ve birkaç tane de harika tarihi köprü.

(hareket halinde çektiğim için maalesefki çok güzel bir resim yakalayamadım) Güneşin batışını seyrettik. Eve hava kararmadan girmek istiyorduk ama olmadı. Hamburgerciden hamburger ve soğan halkası aldık ve yemek sonrası yattık.

davetsiz misafirler

dün sabah erkenden kalktık ve I. mehmetin çalıştığı hastaneye gidip bir hasta uyuttuk. diğer vaka kaldı. oradan çıkmadan telefon geldi, vaka gelmiş. hemen eve geldik. bn doğruca mutfağa yöneldim. bir de ne göreyim mutfağımızda kapalı balkon kapısının dibinde 2 tane güvercin. mhmeti çağırdım benim seslenmmden evde hırsız var zannetmiş. grili beyazlıydılar. kapıyı açtım ve dışarı çıktılar. mutfak halısına ve holdeki halıya 1-2 tane işemişler. mehmet bunlar korkunca ve heyecanlanınca böyle etrafı pislerler dedi, sonra yatak odasına gittik ki ne görelim bizim misafirler bayağı heyecanlanmışlar. bizim yatağın üstüne pıt pıt bissürü işemişler. yatağımız ve odamız elden gitmiş. bana bissürü iş çıktı. halbuki ben mehmet işe gidince tatilde yazdıklarımı toparlayıp sayfaya geçirmeyi düşünüyordum. kahvaltı sonrası mehmet hastaneye gitti ama sonra kısa sürede döndü. benim bütün günüm evin halılarını silmekle ve çamaşır yıkamakla geçti. elim değmişken yaktak odasının camlarını silip tül perdesini de yıkadım. mehmet akşam gitti ve 2-3 saatte ancak geldi. bugün tekrar gitti ve bakalım ne zaman dönecek?
muhammed cuma günü tekrar hastaneye yattı. cuma gününe kadar kalacakmış, tabii ki komplikasyon vs gelişirse kalma süresi uzayabilir. ablamın ilk gün morali çok bozuktu, aynı şeyler yeniden başlayacak diye üzülüyordu. evdeyken hasta olduğunu unutuyor sanırım.

Monday, August 20, 2007

ben döndüm

dün akşam yorgun bir şekilde sağ salim evimize vardık. akşam erken yattık ve sabah hastalığım iyice ilerlemiş vaziyette mehmetin telefonu ile kalktım. mehmetin arkadaşı 1. mehmetin görevi cuma günü bitecekti ama başhekim mazeret izninin tamamını vermiş ve mehmet yarın gidiyormuş. akşam veda yemeği düzenliyorlarmış ve beni de çağırıyorlarmış. mehmet hasta olduğumu, gelemeyeceğimi söylemiş, bana da sormak için aramış. daha kötüyüm dedim. akşam o yalnız gidecek.
burnum akıyor ve tıkalı, boğazım ağrıyor. bir de sabah kalktığımda dudağımda kocaman bir uçuk çıkmış. evde bişey yok. öğlen olmuş ve ben bir bardak kahve ile duruyorum. ev tozlanmış, temizlenmesi gerek.
şimdilik söyleyecek en güzel şey güzel bir tatil geçirdim.
not: jujube mailimde neden bişey yok?

Thursday, August 09, 2007

hayalimdeki ev

Dün sabah Mehmet aradı ve zorla kalkıp havuza gittim. Diş hekimi yasemin vardı ve 1 saattir yalnız olduğu için çok sıkılmış. Yarım saat birlikte yüzdük ve sohbet ettik. 2 saat kadar kaldım ve ben de son yarım saat yalnızdım. Yaseminin aksine yalnız yüzmek benim hoşuma gidiyor. O kadar ki havuzu kendininmiş hissi veriyor. O yüzden de benim gibi hayal gücü yüksek birisine bol bol hayal kurduruyor. Birkaç haftadır gece yatınca sürekli ünyedeki evimizin hayallerini kuruyorum. Hem de ayrıntılara girerek (mesela, evin ön cephesinde hangi odalar olacak?). O kadar hayal kurdum ki geçende birşeyler düşünürken baktım ki gerçekten öyle bir evimiz var zannettim. Mehmete anlattım, halime güldü.
Küçükken annemler içerde otururken, ben misafir odasına gider, koltuğa uzanıp karanlıkta hayaller kurardım. Annem gelip çağırırdı, gitmezdim. Hayal kurmak bana daha eğlenceli gelirdi. Uzun yıllar bu böyle devam etti. Sanırım fazilette de hayal kurardım. Sanırım sadece asistanlıkta bir dönem hayal kurmaktan vazgeçtim.
Gelelim evimize; bu ev kendi evimiz değil, kira. Çünkü biz ünyede uzun süre kalmak istemiyoruz, benden ziyade mehmetin hayalinde İstanbul var. o yüzden de ünyeden ev almaya hiç gerek yok. Bu evi de adamın biri (kültürlü bir alamancı vs olabilir) kendisi için yaptırmş sonra da bazı nedenlerle oturamamış ve bize kiraya vermiş. İki kişiyiz ama ayda yılda bir gelecek misafirlerimizi düşünerek kocaman bir ev istiyorum, annemlerinkisi kadar olabilir. Üst katta yatak odamız (tabii ki giyinme odası olan ve büyük jakuzili bir banyosu olacak), yan tarafta çocuk odası, sonra kütüphane, sonra da misafir yatak odası ve karşısında da bu katın banyosu.
Alt katta ise giriş kapısı arkada olacak, ön cephede deniz ve ünye manzarası olacak. Annemlerinkisi gibi evimiz tepede olsun istiyorum. Ama bizimkisi site içinde olsun, daha güvenli olması açısından. Yalnız tepede olsun diyorum da ünyede böyle bir tepe var mı onu da bilmiyorum. Neyse önünde, arkasında ve sağ yan tarafta bahçesi olacak. Arkada yani giriş kapısının olduğu yerde güller vs olsun. Ön bahçede sadece çimen istiyorum ve yanlarda manolyanın hem kırmızı hem de beyazından istiyorum. Bir de maslak kasrındaki seradaki gibi bir kamelya ağacı istiyorum. Yüzme havuzunu önde istiyordum ama sonra düşündüm de orası Karadeniz ve sıcaktan çok yağışlı hava oluyor. O yüzden de evin sol yanında olursa üstü de kapanabilir. Yüzme havuzunun olduğu tarafta oturma odası ve misafir yatak odası (içinde duşu da olacak), sağ yanda salon, ortada mutfak ve sol yanda oturma odası. Böyle bir şey işte. Ablamın dediği gibi Allah istemeyi neden vermiş, kullar istesin de, O da versin diye. Yalnız korkum, ünyeye gidince ev beğenemeyeceğim ve taşındığımız evden de ne derece mutlu olacağım?
Gelelim gerçek dünyaya; kayınvalidem istanbula gitmiş. Mehmet gitmesek mi acaba diye düşündü ama ben bu sefer gitmek istiyorum. Çünkü kaşıntılarım tekrar başladı. Sıcağa daha fazla dayanamıyorum. Biraz serinlik istiyorum. Mehmetin bu tatille ilgili değişik planları var, bakalım onları gerçekleştirebilecek miyiz?
Aklımdayken söyliyeyim, ben patlıcan kurutma işini beceremedim. Dolmalik 6 tane ipe asmıştım. Şimdi sadece 2 tane kaldı, çünkü küflendiler. Yemeklik olanlar ise iyi gözüküyorlar. Yarın yazacak bir şey olacağını zannetmiyorum. O yüzden de şimdiden kandiliniz mübarek olsun. Dualarınızda, beni, mehmeti, Muhammedi ve tüm ailemi de unutmayın lütfen. Çünkü ben sizi unutmayacağım.
son günlerde bazen mehmetle evlenmeden önceki hallerimiz aklıma geliyor. ak'nın hastaneye geldiği ve onun hakkındaki düşüncelerini söylediği gün, mehmetin evlenme teklif ettiği gün ve birlikte ama birbirmize duygularımızı söylemediğimiz diğer günler... ne güzel günlerdi o günler. aşk için acı çekmek sonuç eğer tatlıya bağlandıysa gayet güzel oluyor. güzel bir şekilde, büyük bi tebessümle hatırlanıyor.
aklıma sürekli bir şeyler geliyor ve buraya ilave ediyorum. yakında cumhurbaşkanlığı seçimi var. bunu buraya daha sonraki yıllarda hatırlamak için yazıyorum. heyecanla sonucu bekliyorum ve Allaha benim istediğim kişinin olması için dua ediyorum. tabii inşallah ülkemiz için de hayırlısı odur, sadece benim istememle olmaz.
hayalimdeki evi yayınlayamıyorum, bari annemlerin evinin resimlerini koyayım dedim.