Sunday, August 26, 2007

nemrut dağı ve maraş

10 ağustos 2007 saat 20:00
Nemrut karadut köyü’nde kervansaray otelindeyiz.
Bugün öğlen 2’ye kadar hazırlık yaptım. Mehmet 2 gibi geldi. Arabayı aşağı yıkamaya vermiş. Eşyaları aşağı taşıdık. Bayağı eşya vardı (güvenlik görevlisi ‘abla hayırdır taşınıyor musunuz?’ diye sordu). Bagajla beraber arka koltuk da tamamen doldu. Önce karpuzcuya uğrayıp kocaman bir karpuz aldık (17 kilo). Mehmet pazarlık yapmaya çalışmasına rağmen adam hiç inmemiş. 30 ytl vermiş (normalde karpuzun kilosu 50 kuruşmuş). Normalde buranın ünlü karpuzu ağustos sonunda çıkıyormuş (bugün mehmet arkadaşlarından birinden gerçekten kazıklandığımızı, mevsimi de olsa karpuzun tadının çok güzel olmadığını ve bizimkisi gibi beyaz kısmının çok geniş olduğunu öğrenmiş). Saat 4 civarında benzin de alıp yola çıktık. Önce siverek’e vardık. Mehmet arada haritaya bakıp doğru yolda olup olmadığımızı söylememi istiyordu. Ama ben pek de başarılı olamadım (gerçi daha sonra yollarda biraz harita okumayı öğrendim). Siverek merkeze uğramadan yola devam ettik. Ordan sonraki yol pek de işlek değildi ve biraz korktum. Feribota kadar olan yol (Atatürk barajının üstünden geçmek için) hem kötüydü hem de çok tenhaydı. Mehmet de ya lastiğimiz patlarsa diye korkmuş. Feribota yaklaştıkça karşı yönden arabalar gelmeye başladı. Feribotun geldiğini anladık. Bu dediğim yol feribotta yani Atatürk baraj gölünde bitiyor. Yol bittiğinde feribota biniyorsunuz ve 10 dk sonra karşıdasınız.

Feribot çok ilkel bir şeydi. Sadece 12 araç alıyordu ve fiyatı 8 ytl (araç başına). Feribot devletin değil, şahsa ait. Mehmet kazançları bayağı iyidir dedi. Akşam saat 8’e kadar işliyormuş. Ama zaten o saatten sonra oralarda durulmaz.

Mehmetle arabadan çıkıp yukarı çıktık. Resim çekip etrafı seyrettik. Feribottan sonra yolda doğru yolda olup olmadığımız konusunda endişelenmeye başladık. Mehmet otelin telefonunu almadığım için bana kızdı (sende bugün bir gariplik var zaten deyip durdu). Kavun satan iki çocuğun yanında durduk ve büyük olan (kız) çocuk Narinceden sonra olduğunu söyledi. Biz de onlardan bir tane kavun aldık. Bu arada söylemeyi unuttum. Feribottan inince çok az bir mesafe gidip sanırım 5 km falandır, menzil yazısını gördük 20 km içerdeymiş. Ablam önceki gece telefonda konuşurken oraya da uğrasanız diyordu da ben böyle yolumuzun üstünde olduğu ilmiyordum. Ama tabii uğrayamadık, hava kararmadan otelde olmak için. Çocuklardan sonra biraz daha ilerleyince nemrut yazısını gördük. Narinceyi geçince yol yine kötü ve tenhaydı. Yol yapım çalışması vardı. Güneşin batışını maalesef yolda kaçırdık. Otele geldiğimizde bir hayal kırıklığı yaşadık. Mehmet de hala aynı yüz ifadesi devam ediyor. Yanında ben de olduğum için içi pek rahat değil. Bayanın kalması için uygun değil diyor (Kahta merkezde çok daha güzel oteller var ama güneşin doğuşu için o kadar yol ve bir de bu dağa gece gece çıkılmaz). Nemruta en yakın otel burası (8 km). fiyatı kişi başı 40 ytl, akşam yemeği ve sabah kahvaltısı dahil. bizden başka aşağıda kağıt oynayan buranın yöre insanından birkaç adam (otelin sahibinin yerinde olsam o adamları oradan kaldırırdım. Çünkü beni tedirgin eden o adamlardı) ve 7-8 kişilik İtalyan bir grup, bir de 1 aydır burada kalan araştırmacıya benzeyen uzun boylu bir adam vardı. Biz dışarıda oturmuş, akşam yemeğinin çıkmasını beklerken (saat 9 oldu, yemek hala ortalıkta yok) biri çocuk, biri de şalvarlı dede olmak üzere 4 kişi (Türk) daha geldi. Onları görünce Mehmet biraz rahatladı. Akşam yemeğinde 15 kişiydik. Zaten otel 17 kişilik. Otel odaları çok ilkel, tv bile yok. Odaların anahtarı normalde evde kullandığımız oda anahtarlarından. Nevresimler ve havlular temize benziyordu. Ama mehmet havlu ile kurulandığında kokuyordu dediği için kendi havlularımızı çıkardım. Nevresimler ise yengemin deyimiyle kimisi Ahmet, kimisi mehmetti (yani çarşaf başka desende ve altımızda iki farklı desende çarşaf seriliydi. Yastık kılıfları benimki kalpli, mehmetinki ise güllüydü).
Şimdi dışarıda masada oturmuş yemeğin gelmesini bekliyoruz. Lütfen yemek güzel olsun. Karnım çok aç.
Buradan sonrası eve döndüğümüzde yazıldı.

Akşam yemeği geç geldi ama gayet güzeldi. gerçi servis çok iyi değildi. çorba, pilav, tas kebabı, salata ve unuttukları için karpuzla gelen yoğurt. Ben yoğurdu yemedim ama Mehmet onu da yedi ekşi ekşi ev yapımıymış, çok güzelmiş. Çayları da çok güzeldi, servis yapan çocuk kendisinin demlediğini söyledi. yemeklerin tadı da çok güzeldi. otelin sahibi turistlere eğer doymadıysanız tekrar yemek verebiliriz dedi. Herhalde bu yerli turist için de geçerlidir. Otelin sahibi adam (adını şuan hatırlayamıyorum) yemek sırasında tüm masaları gezip müşterilerle ilgilendi. Adama yarım yamalak İngilizce, Fransızca ve daha birkaç dili konuşuyor, en azından müşterileriyle anlaşabiliyor. Mehmet sabah kaçta kalkmamız gerektiğini sordu. Güneşin doğuşunu kaçırmamamız için 4 de otelden çıkmamız gerekiyormuş. Yemek sonrası odaya gittik. Kandil olduğu için ibadet etmek istiyordum ama olmadı. Biraz tesbih çektim o kadar (Allahtan evden çıkmadan Kuran okumuştum) ve bir de herkese dua ettim. Erken yattık ama cam açık olduğu için ben biraz tedirgin oldum ve bayağı bir uyuyamadım. Sonra Mehmet camı kapattı ama ben yine de bayağı tedirgin uyuduğum için gece Mehmet yataktan kalktığında bayağı bir korktum. Biraz rahatsız olmuş ve bütün gece boyunca uyumamış. Ben de korkarım diye hiç hareket etmemiş. Saat 3 te uyandım ve bir daha da uyuyamadım. Yani 2 saatlik uyku ile saat 4 te yataktan kalktım. Saat 3 te uyandım ve mehmetle sohbet ettik. Diğer odadakiler kalksın da onlarla beraber çıkalım diye bekledik ama hiç kıpırtı yok. Mehmet sürekli camdan dışarı baktı, yukarı çıkan var mı diye. Bu sebeple saat 4 e kadar hazırlanmadık. Saat 4 te aşağıdan arabalar çıkmaya başladı. Biz de hızla hazırlandık. Biz de 4 te çıksak iyi olurmuş doğrusu. Dışarıya çıktığımızda Türk aile de dışarıdaydı. Dedenin odasını bilmiyorlarmış da dedeyi arıyorlarmış. Yukarı çıktık. Milli parkın girişinde kişi başı 4.5 ytl verip uzunca bir yolu (8 km) arabayla çıktık. Geç kalıyoruz diye Mehmet biraz hız yaptı, ben biraz kızdım. Çünkü dolana dolana karanlıkta çıkıyorsunuz ve aşağısı uçurum. Yukarı çıktığımızda biz de herkes gibi arabamızı park ettik ve bagajdan kışlık montlarımızı çıkarıp giydik. Gerçekten gerekliymiş.

Sonrasında 500 m. yürüyerek dağa tırmandık. Rüzgar soğuk soğuk eserken, ben de burnum tıkalı olduğu için ağzımdan nefes aldığım için boğazım acımaya ve garip garip nefes almaya başladım. Arkamızda garip tipler olduğu için ve bir de güneş her an doğabileceği için Mehmet kolumdan tuttu ve hiç mola verdirmeden (ben arada kenardaki banklara doğru seğirttim ama müsaade etmedi) yukarı kadar zorla beni çıkarttı. Şimdiye kadarki yaptığım sporlar hiç işe yaramamış (nato zirvesinde İstanbulda İtalyan yokuşunu çıkarken ki performansım neyse nemruttaki de oydu).
(sağda yukarda Atatürk baraj göletlerinden biri görülüyor) Yukarı çıktığımızda bayağı kalabalıktı. İnsanlara 4-5 sıra olan basamaklara oturmuşlar, sohbet ediyorlardı. Biz en öne geçtik ve oturduk. Arkamızda birkaç erkek seçim sonuçlarını ve neden iktidar partisinin doğuda bu kadar oy aldığını konuşuyordu (kendileri de doğulu). Başka bir tanesi kendini kameraya çektirip nemrutta güneşin doğuşunun mükemmelliği ile ilgili bir konuşma yaptı (yerel bir tv için program yapıyormuş (o da doğuluydu). Bayağı yabancı turist vardı. yukarıda snırım 100 kişi falan vardı.

Bir grup erkek öğrenci Malatya tarafından gelen yoldan (Malatya tarafından gelirsen yol yukarı kadar çıkıyormuş, yürüme yol kalmıyormuş ) yukarı kadar minibüsle çıktılar ve herkesin önünde kayalıklara oturdular. Bayağı gürültülü bir gruptu. Yukarı sırt çantasında götürdüğüm kek ve çayı Mehmet istemedi, sonra, sonra dedi. Ben de güneşin ilk ışıklarıyla çıkardım. Gerçi biraz ılıklaşmıştı ama olsun.
Güneş doğarken mehmetle bir taraftan izlerken bir taraftan fotoğraf makinesi yüzünden tartışıyorduk. Çünkü birkaç fotoğraf sonrası pillerimiz bitti. Mehmet diğer makineyi almadığım için kızdı. Sonra cep telefonum aklına geldi, onu neden almadın, onunla çekerdik dedi. Yukarda didişip durduk. Güneşin doğuşuna gelince gerçekten harikaydı. Bunu yaşamak için o otelde kalınabileceği sonucuna vardık. Sadece yanımızda nevresim götürseymişiz daha rahat hissedermişiz. Neyse yine güneşin doğuşuna gelelim. Herkes oturmuş bir noktaya bakıyordu (tahmini güneşin doğacağını düşündüğümüz nokta). Sonra yavaş yavaş yükselmeye başladı. Herkes büyük bir hayranlıkla seyretti. Öyle güzeldi ki. Güneş doğduktan sonra sırtımızı döndüğümüz heykellerin yanına gidip onlarla resim çekindik (bizim fotoğraf makinesi naz yapan kızlar gibiydi, kafasına göre bazen çekiyordu, bazen çekmiyordu). Doğu kanadında yeterli resim çektik de batı kanadında (güneşin batışının seyredildiği kısım) çekemedik. Oradaki heykeller de aynıydı sadece daha dağınıktı.
Heykeller Tümülüs üzerine oturtulmuşlardı. Bu tümülüsü commagene krallarından 1. Antiochos yaptırtmış. Adamın mezarının üstüne yüksekliği 50 m. Taban çapı 450 m. olan kireç taşlarının yığılmasıyla oluşturulmuş bir Tümülüs yapılmış. Üstündeki heykeller de aslan, kartal ve tanrı heykelleri ve bir de aralarında I. Antiochos heykeli. Hepsi tahtlarda oturuyor ama şimdi sadece bedenleri tahtta oturuyor, başları kümülüsün önünde kopmuş vaziyette duruyor.

Oradan batı kanadına geçtik. Batı kanadında daha önceden bahsettiğim doğulu tv program sunucusu ve kameraman vardı. Sunucu zincirin arkasına geçmiş, heykelle poz veriyordu. Benim ters ters bakmamdan ve bişeyler söylememden bana doğru gelip ‘bakın hanfendi program yapıyorum da heykellerin yanına geçmem lazım da, ...’, falan da filan da anlatmaya çalıştı. Ama bende yüz ifadesi hala değişmediği için ‘bu zincir, heykellere zarar verecek insanlar için de’ bendeki bakışlar daha da değişti (ne mantık ya!) iyi ben zarar vermiyorum biz de girelim olur mu öyle? Dedim. Ama benim kocam sorun olmasını istemediği için tamam beyefendi kolay gelsin vs dedi. Ama ben hala kötü kötü baktığım için adam bişeyler demeye çalışıyordu. Bu arada bizim peşimizden bir bekçi geldi ve adamdan kasetini istiyordu, içeri girdiği için kızıyor ve bu kaset televizyonda yayınlanırsa vali görüp onu işten atacak diye endişeleniyordu. Bu noktadan sonra mehmetle gülüp inişe geçtik. Aşağı inişimiz çok daha kolay oldu. İnerken Mehmet yine makinayı hatırladı ve yukarı çıktığımız bu yolu çekmemiz lazımdı falan dedi. Aşağı inince kendime bir tane heykel satın aldım. Satan adamın dediğine göre apollo heykeliymiş. Arabyla milli park içinde inerken bir yol ayrımı var, ordan 20 km içerde cendere köprüsü varmış. Romalılardan kalmış ama bizim benzin konusunda sıkıntımız olduğu için gitmedik. Daha sonra Kahta yolundan da gidildiğini gördük ama 40 km bize bayağı vakit kaybettirir diye düşündük. Arabayla otele doğru giderken solda yerle aynı hizada bir yapının üzerinde açıkta (bacada) bissürü turistin (mehmetin deyimiyle bitli turist) yan yana yattığını gördük. Otele dönünce eşyalarımızı hazırladık ve kahvaltı için dışarı çıktık. Kahvaltı açık büfeydi. Öyle fazla bir şey yok, ama gerekli her şey vardı. Güzel bir kahvaltıydı, açık havada hafifçe esen rüzgarda. Mehmet kendi kendine ne kadar çok yediğine hayret etti. Kahvaltı sonrası arabamıza otel sahibinin kahtadan getirttiği benzinden ilave yapıldı ve yola çıktık.
Normal yola çıktığımızda sola dönüp (kahtadan gerger’e giderken Alidar köyünde) çok az bir yol gittik ve Üzeyir peygamberin makamını ziyaret ettik. Ben dua ederken görevli olan yaşlı amca mehmete bişeyşer anlatıyordu. Bize çay ikram etmek istedi ama yolumuzun uzun olduğunu söyleyip oradan ayrıldık. Adıyamandan çıkana kadar 5-10 dakikada bir müziği kapatmak zorunda kaldık. Çünkü burada o kadar sahabe var ki, her yol ayrımında zatın ismi yazıyor ve 2 km içerde vs yazıyor. Biz de hepsinin önünden geçerken birer Fatiha okuduk. Maraşta 2 saatimiz vardı. Daha sonra afşinden hareket eden mehmetin abisi sinan bey, babası ve Sinan beyin eşi ile yol üstünde buluşacaktık. Maraş dağların eteğine kurulmuş. Bizim ilk girdiğimiz cadde hiç güzel değildi ve maraşın gelişmemiş bir yer olduğunu düşünüyorduk ki, ana cadde olmadığını anladık. Biraz turladıktan ve 1-2 insana yol sorduktan sonra arabamızı katlı bir otoparka koyup caddede karşımıza çıkan camii ile resim çekindik. Adını bilmiyorum ama görüntüsü çok güzeldi. bir de caminin resimlerini çektiğimiz yerdeki sütçü imam heykeliyle resim çekindik.
Sonrasında şu ünlü yaşar pastanesini (madonun sahibinin pastanesi) bulduk (Ümmühan yenisi daha güzelmiş, oraya git demişti ama biz eskisine gittik. Çünkü kapalı çarşıya gitmek istiyordum ve burası kapalı çarşının hemen aşağısında). Kapının önünde bir arap turist otobüsü vardı. İçerde bissürü kapalı arap kadını vardı. İçeri geçip labirent gibi uzun yolun en sonundaki noktaya varıp oturduk.
(burası yaşar pastanesi. resim bana bile kötü gözüktü. biraz abartma huyum vardır ama gerçekten çok abartmıyorum. içerisi çok güzeldi, adeta bir müze gibiydi). Ortam loştu ve ne kadar eski bakır kap, eşya varsa onları bir yerlere yerleştirmişlerdi. Benim bayağı hoşuma gitti. Ümmühan tuvaletin bile çok güzel olduğundan bahsetmişti. Ben çok beğenmedim ama mehmetin çok hoşuna gitti. Karnımız çok aç olmadığı için önce su böreği yedik. Çok güzeldi. sonra meşhur Maraş dondurmasından yedik. Mehmet ağzındaki dolgular yüzünden biraz zorla yedi. Bana ise bir porsiyon yetti. Normalde mehmetinkine atlarım ama bence bu biraz şekerli ve insanı kesiyor. Normal dondurma olsa ikisini de yerdim. Ben orada anladım ki ben bir roma dondurmasını bir da normal madoyu seviyorum. Mehmet yaşar pastanesini hiç beğenmedi, hizmet çok kötü, sanki kalk git diyorlar dedi. Yeterince müşterileri olduğu için müşteriye hizmet etmediklerini düşündük. Çıkmadan Mehmet kasada para öderken ben de pastaneyi çekim dedim, içerde resim çekmek yasakmış. Tek çektiğim resim yasak olduğunu bilmeden oturduğum yerden çektiğim resim oldu. 2 kilo da paket dondurma alıp oradan ayrıldık. Yolun karşısına geçip aralardan birine girince kapalı çarşıya girmiş oluyorsunuz. Buranın sadece adı kapalı, çoğu yeri açık. Ama bayağı hoşuma gitti. İçinde semerciler, bakırcılar, kalaycılar, kuyumcular, baharatçılar, tekstil ürünleri ve daha bissürü şey var. ben oraya bayıldım. Kendime bakır tas (ayşe ablaya (mehmetin ablası, annesine ve ablamla ümmühana da), bakır fincan aldım.

En çok da orada satılan rendeler hoşuma gitti, bana çok ilginç geldi ve aldım. Sonra iki tane tahta kaşık ve bir de dolma taşı aldım (gerçi ne işe yaradığını tam bilmiyorum ama olsun). Kuru patlıcanlara baktım ve 4 ytl sanki pahalı gibi geldi ve almadım. Şimdi öyle pişmanım ki anlatamam. Gerçi burada da satılıyor, daha pahalı da olsa buradan alacağım. Kuru sebzeler gazi antepten geliyormuş. Bir dizesinde 50 tane varmış meğer. Sumağım az kalmıştı sumak ve damla sakızı aldım. 5 ve 10 ytl ye çok güzel antep fıstığı kıracakları vardı ama mehmet aldırmadı. sarı olanlar çok güzeldi (10 ytl). ilk gördüğümde fındık kıracağı zannetmiştim ama değilmiş. mehmet tanımda olmasa muhakkak bir tane alırdım. Ahşap oymalarına baktık.benim zaten tepsim ve sandığım var maraştan gelen. Sedef altıgen bir sehpa istiyordum ama maraşın sedefi ünlü değilmiş. Artık İstanbul horhordan alırım diyerek çarşıdan çıktık.
Maraştan kayseriye doğru giderken bol bol çam ağaçlı dağları seyrettik. Manzara gayet güzeldi. yolda karnımız bayağı acıktı, Sinan beylerle sürekli telefonda konuştuğumuz ve onlara yetişmeye çalıştığımız için yolda mola veremedik. Yoksa nette gördüğüm kıskaçlı et tesislerinde durmak istiyordum. Güzel eti varmış ve tesis de bayağı kalabalık gözüküyordu. Maalesefki duramadık. Buluştuğumuz tesis bol sinekli bir tesisti. Onlar pide yemişler çok güzeldi dediler biz de kaşarlı pide yedik ama ben et yemek istiyordum yaa.
Tesisten çıkınca iki araba peşpeşe sarıkayaya kadar gittik. Gittiğimizde çocuklar dışarıda oyun oynuyorlar ve bizi bekliyorlardı.

3 comments:

nerminn said...

o kadar resim koyuyorum, sonuca bak. ben görülmesinler diye değil, görülsünler diye koyuyorum ama onlar nasıl oluyorsa görünmez oluyorlar.

Anonymous said...

evet yaa ben de resimleri gorebilmek icin cok ugrastim ama iih, yok gorunmuyolar.

Anonymous said...

e bir ay oldu nerdeyse yaz artik ama dimi:) bakiyorum hep ayni sayfa:( himmm, merak ettim simdi bak, iyisindir insallah???