Sunday, January 20, 2008

1600 kilometre

bu yazıyı yazalı okadar oldu ki, resimsiz buraya koymak hiç içimden gelmiyor ama resimleri yerleştiremiyorum. napalım resimsiz olsun bu yazı da. bu kadar bekledikten sonra bir kısmını hb'ye yatıya gittiğim gün onlar kanaviçe yaparken ben de elimde olan resimleri yerleştirdim ama tamamını değil.

Pazartesi öğlende mehmet geldi. akşam için karayollarının misafirhanesini ayarlamış. Kalan eşyaları toparladık. O arada dilber ve erkek arkadaşı geldi (eşyalarımızı alan hemşire). Onlar da alacakları bardağı, çanağı paketlemeye başladılar. Güvenlik görevlisinin getirdiği market arabasıyla üç tur yaptık ve zorla hepsini arabaya sığdırdık. Bir saatten daha fazla ayakta (alışveriş merkezinin kapısında) bekledikten sonra kargo geldi ve üç büyük kolimizi ve plazma tv’mizi aldılar.
Ücret olarak da, eşyalarımızı sattığımız paranın yarısını istediler. Eşyalar o akşam samsuna doğru yola çıktılar. Arefe günü de yerine ulaşmış. Mehmet valizini de alıp daha sonraki günlerde kalacağı yere götürüp bıraktı. Evden ayrılmak öyle garip geldi ki, buraya da alışmışız. Burayı da evimiz olarak benimsedik. altta apartmanimizin girisi goruluyor.

Evleneli daha 1.5 yıl oldu ama biz ikinci evimizi boşalttık. Zaten çabuk alışırım ve öyle bir bağlanırım ki ayrılmak güç olur. Tepesine kadar yüklü arabamızla misafirhaneye gittik ve odamıza yerleştik. Sadece 1 saat kadar istirahat edip Mehmet için hemşirelerin düzenlediği yemeğe katılmak üzere ofisteki daha önce görmediğim bir restauranta gittik. Bina güvenlikli bir iş merkezi. İçerisi de acayip kalabalıktı. Ama ben pek sevmedim. Sanki biraz sonra bütün tabaklar kalkıp okey oynanmaya başlayacak gibi bir hava vardı. Yuvarlak bir masa ve bir de ona bitişik uzun bir masa hazırlanmış. Oturma düzeni bir garip oldu. Ben daha çok yanımdaki hemşire ile konuştum. Daha doğrusu o laf attığı için konuştuk. Daha önce bize gelmişlerdi. Mehmet ise diğer tarafa dönüp personel ve teknisyenle konuştu. Karşımda oturan çiftin (hemşire ve diş hekimi) çocukları vardı ve herkes (yani tüm hemşireler) o çocukla ilgilendi. Daha önce de farkındaydım da o gece iyice anladım ki çocukları zaten çok sevmem çirkin çocukları hiç sevmiyorum. İçimden İnşallah bizim çocuğumuz olursa güzel bir şey olur (gerçi güzel çirkin insan çocuğunu her şekilde sever) diye geçirdim.
Ertesi sabah Mehmet işe gitti. Ben geç kalktım. Öğlene doğru bana simit alıp geldi. ev sahibini ve kapıcıyı aradı. Ev sahibi telefona çıkmadığı için (depozitoyu geri almak için) kızıp durdu. Sonunda 12 gibi yola çıktık. Böylece Diyarbakır günleri benim için bitmiş oldu.

Urfa yolunda jandarma durdurdu, Mehmet kimliğini göstermiş. Meğer radara yakalanmışız. Para ödemeden kurtulduk. Yolda durduğumuz bir tesiste tuvaletleri pis görünce sinir oldum ve arkadaşı ile laflayan çalışana ’tuvaletleri temizlemiyorsunuz ama 50 kuruş almayı biliyorsunuz’ dedim. Mehmet halime güldü, her zamanki gibi efsane döndü dedi.

Antep’e varana kadar yol tabelalarının, korucuların Urfa-Diyarbakır yolu üzerindeki bekledikleri yerlerin (buraların tabiki bir ismi var ama benim aklıma gelmiyor, mevzi imiş mehmete sordum.), fıstık ağaçlarının (daha çok urfada), fıratın resimlerini çektim.

Fırat dicleye göre çok daha büyüktü. Urfa antep arasında otoban ücretsizdi (her zaman)(belki de henüz tm bitmediği içindir) Mehmet her şey doğudaki insana parasız, bu haksızlık deyip durdu. Gaziantepe vardık ve arabayı mecburen kapalı bir otoparka bıraktık. Otopark turistik Gaziantep çarşısının kapılarından birinin yanındaydı. Ama biz bu çarşının yabancı damatın çekildiği çarşı olmadığını düşünüp üşüyerek çarşının etrafında gezindik ve öğrendik ki bu o çarşıymış. Dizide çarşının yazısını gösteriyorlar ama içini göstermiyorlarmış meğer. Çünkü çarşı modern olmayan eski bir alışveriş merkezi gibi bir şey. Turistik olmakla da alakası yok, turist orada ne yapsın? Daha çok yerli halk geziniyor. Üçüncü sınıf mağazalar var. Tuvaletinde orada çalışan genç bir kıza nereden bakır alabileceğimi ve otantik bir çarşının olup olmadığını sordum. Kız bana bakırdan hoşlanmadığı için bakırın nerede satıldığını bilmediğini söyledi. Ama gümüş istersem tuvaletle aynı katta olduğunu söyledi (gerçek gümüş değil). Ne kafa ya! İnsan yaşadığı şehri nasıl bilmez? Birkaç adım ötede çok güzel bakırcılar çarşısı vardı. Onu da alışveriş merkezindeki ahmad tea aldığımız adama kerebiç kalıbını nereden bulabileceğimi sorduğumda öğrendik. Maalesef ki hava karamak üzereydi ve çok az dükkan açıktı. Doya doya hiçbir şeye bakamadım. Maraştan alamadığım fıstık kıracağını ve iki tane kerebiç kalıbını aldım.
Bir de çocuklar için üretilen yürüteci çok beğendim ama arabada yer olmadığı için ve nasıl olsa kendi çocuğumuz yok diye almadım.
Ama bu çarşıdaki her şey çok güzeldi. Mehmetin bile hoşuna gitti. Bissürü bıçak ve bir de mangal için şişler vardı. Bu çarşının sonunda baharatçılar vardı, oradan antepte ünlü olan tarhun otundan ve uzun zamandır istediğim zahterden aldım.
Çarşının üstü açıktı ve tüm iş yerlerini ahşap kepenklerle (yada panjur diyebiliriz belki) kapanıyordu. Resmini çektim ama hiç güzel çıkmadı. Oradan çıkınca çok yakında olan ünlü imam çağdaşa gittik. Antep’in en ünlü baklavacısı. İçerisi fabrika gibi işliyordu. Bissürü adam bissürü baklava tepsisini paketliyorlardı. Dış cephesi de içerisi de çok güzeldi. Ben ali nazik, Mehmet kuzu şiş yedi. Yanında da şalgam içtim. Mehmet eti çok beğendi.

Benimkisi de güzeldi ama bana biraz ağır geldi. Karnımız çok doyduğu için sadece bir porsiyon baklava istedik. Cevizli olmuyormuş, sadace fıstıklı yapıyorlarmış. Yedik harikaydı. sonrasında bol bol çay içtik . çayları da güzeldi.
Çok fazla siparişleri olduğu için bayramda dışarı baklava satmıyorlarmış. Kasaya gittiğimizde çok ısrar ettim ve (yemediğim hakkımı istiyorum dedim) bana 8 tane baklava sattılar. Bir de mehmetin kardeşlerine birer paket fıstık aldık. O da harikaydı. Daha sonra gece baklavadan iki tane yedim ama önceki yediğim daha güzel gelmişti. Arabayı alıp sora sora öğretmen evini bulduk ama sadece kendisini, kapısını değil. 10-15 dakika kapısını bulmak için sokaklarda turladık. Bu sayede antepin çarşısını da gördük. Gayet güzel mağazalar vardı. Bu arada mehmete tarif veren ve tarifin sonunda ‘sol kolumun üzeri’ diyerek sol bileklerini tutan adamlar mehmeti bayağı eğlendirdi (yani tarifleri ile elinle koymuş gibi bulacaksın gibi bir anlamı vardı herhalde). Maalesef ki antepte başka bir şey göremedik. Eşyalarımızı odaya bırakıp yürüyerek banka aramaya çıktık (ev sahibi parayı yatırdı mı diye bakmak için). Hava bayağı soğuktu. Adam yatırmamış ve Mehmet sinir oldu. Salep içip biraz ısınmak için özsüt’e girdik.

Sanırım türkiyenin hiçbir yerindeki şubesi bu kadar güzel değildir.

Salepleri bitmiş (nasıl oluyorsa?) kahve içtik. Yürüyerek tekrar öğretmenevine döndük. Sabah kurduğum saati kapatıp uyuya kalmışım. Mehmet kaldırdı ve 6 yerine 7 de yola çıktık.

Nizip, Birecik, Antep, Osmaniye…. Her geçtiğimiz yerde etrafı inceliyoruz. Çünkü mecburi hizmet yüzünden her memlekette bir arkadaşımız var. Yollarda benzinimizi totalden almaya çalıştık. Çünkü 75 ytl’ye çeyrek bilet veriyordu. Normalde para ile almadığım için yılbaşı gecesi Muhammed ve bana eğlence olur diye düşündüm. Mehmetle de anlaştık, biletler benim ve bir şey çıkarsa istediğim yere bağışlayacağım. Diyarbakır, antep, adana ve gebzeden olmak üzere 4 tane biletim var. Daha 2-3 tane daha bilet alabilecekken yollarda total bulamadığımız için alamadık. Her aldığım biletin no’larını ve aldığımız şehri yazdım.
Otoyolda mola verip kahvaltı yaptık. Adana’nın Ceyhan ilçesinde uzaktan da olsa dağın tepesindeki kalenin resmini çekebildim.
Yılan kale (diğer adı şahmeran kale) dağ kaleleri zincirinin ilk halkasıymış. Rivayete göre şeyh meran adında bir şahıs burada yılan üretir ve terbiye edermiş.
Adanaya 30km kala oto yolda yol kenarlarında kaktüsler vardı. Şehirde de vardır diye umuyordum ama göremedim. Yol boyunca karlı torosları seyrettik. Adanada yol kenarlarında ağaçlar mandalina ağaçlarıydı. Bayağı güzel görünüyorlardı. Önce üniversiteye çıktık. Seyhan nehrini ve barajı görmek için. Ama boşuna çıkmışız. Nehri oradan göremedik.

Ama üniversite (balcalı kampusü) bayağı güzeldi. . Yol boyunca ağaçlarla kaplıydı. Adanada bayağı gezindik ama ne güzel bir caddesini ne de tarihi bir eser gördük. Tek görebildiğimiz sabancı camii oldu. Ortadoğunun en büyük camisiymiş. Gerçekten de çok büyüktü. Biz içine ayrı ayrı girmek zorunda kaldık. Çünkü arabamızı caminin önüne bıraktık ve birisi camını vs kırar diye birimiz başında bekledik. Camii tam Seyhan nehrinin kenarında. Otoparkı yok, yeni yapılıyor. Önce ben gidip gezdim. İçerde 11-12 yaşlarında 5 tane kız geziyor ve resim çekiyorlardı. Çenemi tutamadım ve her yerin bir adabı olduğunu, mabede saygı için buna uymak gerektiğini, bunun tesettürle bir alakası olmadığını, vatikana da kolsuz tişört ve şortla girilemediğini, başlarını camiye girerken örtmeleri gerektiğini anlattım (napayım çenem durmuyor). Kızlar bilmiyorduk dediler. Belki benden kurtulmak için öyle söylediler yoksa bu ne cahillik. İleride tarihi eser olarak kalabilecek bir eser. Hemen camiden sonra çok büyük ve güzel bir park vardı.
yukarda da dediğim gibi gerisi resimlendirilmeyi bekliyor.


No comments: