Friday, November 02, 2007

Dün ablamı aramadım. Akşam o aradı. Zor bir öğleden sonra geçirmişler. Üniversite hastanesi olduğu için bütün servisteki doktorlar değişmiş. Yeni doktorlar Muhammedi belinden su almak yada belinden ilaç yapmak için almışlar. Ablam ne yapacaklarını sormuş. Doktor size açıklama yapmak zorunda değiliz demiş. Kim yapacak demiş. Buradan herhangi bir kişi yapabilir demiş (20 kişiyi göstererek). Muhammedi içeri almışlar ve o 20 kişi içeri doluşmuş. Ablam 20 dakika boyunca muhammedin çığlıkları geldi diyor. Ablam kapıları yumruklamış çocuğumu geri verin istemiyorum diye. Sonunda işlem bitmiş. Muhammed saat 1.5 dan 4 e kadar ağlamış ve 4 te uyumuş. ‘Anne o kadar kalabalıktı ki çok korktum, çok tedirgin oldum’ demiş. Ağrısı olmuş ablam gelin bakın çocuğun ağrısı var demiş. Bir Allahın kulu gelip bakmamış. Çok sonra hemşire göndermişler ağrı kesici yapması için. Gelip de bir açıklama yapmamışlar ne yaptıklarına dair. Bu arada şuayip abi hocanın odasına gidip olayı anlatmış kapıyı vurup çıkmış. Ablama sorumlu uzman gelip özür dilemiş. Ama ablam ben o doktorla bir daha muhatap olmak istemiyorum diyor. Meğer onlardan sorumlu doktor oymuş. Ablam bugün doktorlarının değiştirlimesi için konuşacaktı. Dün visit sonrası çıkarken doktorlar ‘amma da çok biliyorlar’diye söylenerek çıkmışlar. Ablam ‘benimle laf yarıştırıyorlar, ne biçim doktor bunlar’ diyor. Akşam anlaşılmış ki işlemi yapamamışlar ve bugün tekrar deneyeceklermiş. Korku içinde bekliyorlar. Muhhammedin asıl doktoru mehtap ablası ise şu an bizimle aynı şehirde. Babası rahatsız olduğu için 2 haftalığına ailesinin yanına gelmiş. Sanırım o dönünce işleri daha kolay olur.

Thursday, November 01, 2007

hasankeyf

Cuma günü temizlik yaparak geçti. Biraz da ütü yaptım. Ertesi gün için hazırlık bunlar. Gece de nette hafta sonu yapacağımız gezi içn biraz araştırma yaptım. Gece 12 olduğunda ben hala bir şeyler bakıyordum ama mehmetin kızması üzerine (kaç gündür ne yapıyordun? Yeni mi aklın başına geldi gibi….) bıraktım ve yatışım 2 yi buldu. Tabii benim gürültümden Mehmet de uyuyamadı. Sanırım ondan önce uyumuşum, bu onu daha da kızdırmış.

Sabah misafirimiz 6 da gelmiş olacaktı ama otobüsün lastiği patlamış ve ancak 10 saatlik yolculuk sonrası 7 de gelebildi. Saat 7 de Mehmet gibi otogardan esme’yi alıp geldi. Ben de kahvaltı hazırladım. Bir taraftan da yol için kurabiye hazırladım. İyi ki de hazırlamışım. Yolda çok iyi oldu. Esme de çok beğendi. Tahmin etmiştim zaten beğeneceğini. Aslında kahvenin yanında daha iyi oluyor ama biz yanımıza aldığımız minik termosumuzdaki çayla yedik. Kahvaltı sonrası götüreceğimiz eşyaları hazırlayıp aşağıda yıkanan arabamıza binip yola çıktık. Önce esmeye pil almak için megacentera uğradık. Savaş, bahar ve oğulları efe bizi orada bekliyorlardı. Baharla tanışma faslından sonra (bahar ve efe konyadan geldiler. Bahar çocuk doktoru ve 4 aylık hamile) yola çıktık. Konuşa konuşa batmana geldik. Saat 12 olmuştu ve mehmetin arkadaşları batmanda madoya gidin demişler biz de arayıp madoyu bulduk.

Batmanda mado sanki çölde bir vaha gibiydi. Güzel bir bina ve bir de harika bir bahçe. Doğuda olduğunu anlamak zor. Madonun dışında güneydoğunun en büyük alışveriş merkezi diye reklamı yapılan alışveriş merkezini de gördük. Gerçekten de bizim yaşadığımız şehirdekinden daha büyüktü. Kayseriparkdan biraz daha küçüktür. Şehre girerken adıyamanla bir karşılaştırmamız oldu ve adıyamanın buradan çok daha güzel olduğuna karar verdik. Madoda brunch vardı ama biz sadece portakal suyu ve su böreği aldık. Sonrasında da çaylarımızı içip kalktık. Sonraki hedefimiz hasankeyfti. Zaten batmana gelişimizin sebebi de oydu.


Yolda bir tane atbaşı gördük ve onun arabadan resmini çektim. Mehmet bunları çok merak edermiş, böylece onun da merakı gitmiş oldu. Batmanda rafineri var (bilmeyenler için). Hasankeyfe girdiğimizde görmemiz gereken bir türbeyi savaşlar es geçtiler ve direkt köprüye gittiler. Biz de yanlarına gidip köprünün kalıntılarına baktık ve sonra geri dönüp türbeyi ziyaret ettik.

Akkoyunlular 1462-1482 yıllarında Hasankeyf’e tam hakim olmuşlar. Bu dönem içinde Hasankeyf'te bıraktıkları tek eser Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Bey Türbesi'dir. Dicle’nin kuzey yakasında yer alan bu eserin giriş kapısı üzerindeki kitabede, buranın Zeynel Bey'e ait olduğu ifade ediliyor.

Eser dıştan silindirik, içten ise sekizgen bir özellik arz eder .Türbenin silindirik gövdesi üzerinde turkuvaz ve lacivert, sırlı tuğla ile dört kuşak oluşturulmuştur. Birinci kuşakta '' ALLAH'' , ikinci ve üçüncü kuşaklarda baş kısmında “AHMET'' devamında ise ''MUHAMMED'' dipteki son kuşakta ise “ALİ'' isimleri hayranlık verici bir şekilde yazılmıştır. (alttaki resimde yazılar görülüyor, yan duvarda)

Türbenin içi boş. Mezarın türbenin altında olduğu rivayet ediliyormuş. Hasankeyf ılısu barajının suları altında kaldığında bu türbede sular altında kalacağı için türbeyi buradan daha yukarıya taşımayı planlıyorlarmış. Ama taşıma işi bayağı maliyetliymiş.

Türbenin de köprünün de başı çocuklarla dolu ve sizi bir türlü rahat bırakmıyorlar. İlla bişeyler anlatıp para almak istiyorlar.

Hasankeyf köprüsü bizimkilerde hayal kırıklığı yaşattı. Kala kala sadece bu mu kalmış diye.

Köprünün üzerinde herhangi bir kitabe olmadığından kesin yapılış tarihi bilinemiyor . eserin Artuklular'a ait olabileceğini söylüyorlar.

Hasankeyf'in Müslümanların eline geçmesini anlatan kaynakta burada açılıp kapanan bir köprüden bahsedilmektedir. Kemer açıklığı itibarıyla Ortaçağ'da yapılan köprülerinin en büyüğüdür. Ortadaki büyük kemeri taşıyan iki orta ayağın arasındaki açıklık 40 metredir.

(yukardaki resim netten alındı) Araştırmalara göre köprünün en büyük kemerinin orta kısmı ahşaptandı. Düşman şehre saldırdığı zaman bu ahşap kısım yerinden kaldırılır, düşmanın şehre girişi engellenirdi. Bu özellik şehrin savunması açısından bir avantaj ise de köprünün dayanaklığı açısından dezavantaj olmuştur. Eyyubiler döneminde 1349 tarihinde köprü Melik Adil tarafından tamir edilmiştir. Ayrıca 15. asrın sonlarında Akkoyunlular zamanında da tamir gördüğü tarihî kayıtlarda anlaşılmaktadır. Ne zaman yıkıldığı ise bilinmiyor.

Eski köprüyü seyrettikten ve yeterince resim çekindikten sonra, yeni köprüden karşıya geçip arabamızı park ettik ve el-rızık camiini gezdik.

Dicle Nehrinin doğusunda köprü ayağına yakın bir mevkide yer almaktadır. Portal girişindeki kitabeden eserin Eyyubi Sultanı Süleyman tarafından 811/409 tarihinde yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Kitabenin orta kısanında bitkisel süslemelerin içine Allah'ın doksan dokuz ismi yazılmıştır . (alttaki resimde görülüyor)

Bu gün caminin asli yapımdan, sağlam olarak sadece minare kalmıştır. Minarenin üzerindeki süsler, Arapça Kufi yazılar hayranlık verecek kadar güzeldir. Minarenin en önemli özelliği de çift merdivenli olmasıdır. Bu çift merdiven birbirini görmeyecek şekilde yapılmış.

Camii ise minicik bir şey ve gerçekten eski ile bir alakası yok. Minaresi gerçekten çok güzel ve en tepesine leylekler yuva yapmışlar. Tabii şimdi üzerinde leylek falan yok. alttaki resimde caminin dibindeki çarşı

Diclenin kenarına inip orada su içindeki tahtlara çıkıp kahve içtik ve sudaki kazları seyrettik.

(kaz mı ördek mi pek emin değilim) orada bayağı bir vakit geçirdik.

Kazlara ekmek attık, resimlerini çektik. Bayağı bir güldük, eğlendik ve de dinlendik.

Doğruyu söylemek gerekirse oraya kadar gitmişken kaleye çıkmamak ne derece mantıklı bilmiyorum ama biz kaleye çıkmadık. Bunda zamanın azlığı ve yanımızda hamile bir kadının varlığı da etkendi. Ama en çok da karanlığa kalmamak için. Çünkü daha Mardin midyata gideceğiz ve sonra da mardine geçip orada geceyi geçireceğiz. Dediğim gibi kalenin dibine kadar yürüdük ama sonra geri döndük.

Kale kapısı ; doğudan kaleye çıkan merdivenli yolun başlarında yer alır. Üzerindeki kitabeden 820/1416 Eyyubi Sultan Süleyman tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. 580 yıldır ayakta kalabilen kapıda, dayandığı kayaların çökmesi nedeni ile tehlikeli çatlaklar oluşmuştur.(alttaki resim netten)

Hasankeyf kalesi; kalenin iskan yeri olarak kullanılması, milattan önceki binlerce yıla dayandığı söylenebilir. Bu konuda kesin bir tarih tespit edecek hiçbir bilgi ve bulguya sahip değiliz. Kale haline dönüştürülmesi M.S. 363 yılında olmuştur. Bu tarihte Bizanslılar; Sasanilere karşı Hasankeyf’e bir kale yapmış ve sınırlarını koruma altına almıştır.

Kale bütünü ile tabii kayalardan oluşmuştur. Biri doğuda biri batıda olmak üzere iki merdivenli yol ile buraya ulaşılmaktadır. Doğudaki yol hayli geniş, moloz taşlarla döşenmiş ve aralıklarla yapılan kapılarla tutulmuştur. Bu kapılardan biraz önce söz etmiştik. Hatta Artuklular döneminde bu yolun üzerinde yedi tane kapının yer aldığı tarihler de geçmektedir.

Kalenin kuzeyinde kayalara oyulmuş, tamamen gizli ama şimdi tabii yıkılmalar sonucu kısmen ortaya çıkmış iki merdivenli yol bulunmaktadır.(yukardaki resimde merdivenler görülüyor) Normal yollarla kaleye su çıkarılamadığı dönemlerde kale sakinleri bu merdivenli yollarla Dicle'den su ihtiyaçlarını karşılamışlardır.

Arabaya binip giderken yorumlar şu şekildeydi. Esme ve mehmetin yorumu ‘ hasankeyf dedikleri bu muymuş? O kadar da güzel değil, su altında kalabilir’ benim yorumum ise onların dediği kadar kötü değil bence. Geçmişten günümüze kadar ayakta kalabilmiş ve taaa o zamanlar bu eserleri yapabildilerse muhakkak ki çok kıymetlidir (sanki günümüzde böyle eser mi yapılıyor?). ben gerekli kıymeti veriyorum ama sonuç aynı. ‘Ben gördüm ya artık su altında kalabilir’. Biliyorum biraz bencilce. Sadece şaka tabii. Aynı şeyi italyada pisa kulesini gezdikten sonra da artık yıkılabilir diye söylemiştim.

daha fazla resim isterseniz, onlar da burada.

Thursday, October 25, 2007

iki gündür mehmetle birlikte kalkıyorum. uyuyamadığım için değil, özelde vakaya girmek için. yani 2 gündür çalışıyorum ve az da olsa para kazanıyorum. mehmet hafta sonu için harçlığını çıkardın diye dalga geçiyor. dün akşam ciğer yemeye muharrem ustaya gittik. geçen sefer acılığı yüzünden zor yediğimiz için bu sefer az acılı olsun diye tembih etik. arabayı park ettiğimiz yerde büyük şehirin konukevi vardı. sürekli arabayla yanından geçiyorduk da bir türlü yanına gitmemiştik. altında el sanatları eserleri satılıyor. diğer bir mağazada ise dışları pek de güzel gözükmeyen kitaplar. korsan mı yoksa 2. el mi anlayamadık. onlara para kazandırmamak için kitap falan almadık tabii. fiyatlar da çok uygun değildi zaten. yemek sonrası babile (carfour alışveriş merkezi) gittik. ve kısa bir market alışverişi sonrası eve döndük. eve gelince avrupa yakasını seyrettik. yeni iplerimle yeni birşeyler örmeye başladım. mehmetin bayağı hoşuna gitti. ördüğüm şeyin resmini koyamacaktım ama picasada sorun var.
babam köye gitmiş. annem de 2 teyzemi de gece kalmaları için eve davet etmiş. benim makineyi deneyeceklerdi.
ramazanda mehmetle evin altındaki alışveriş merkezinde gezinirken, sergi salonuna gidip resimlere bakalım dedik. sonra da sergi salonunun yan tarafında kütüphane olduğunu gördük. yıllık 5 ytl ye üye olabiliyormuşsunuz. ben bayağı heyecanlandım ama elimde okunacak başka kitaplar olduğu için, mehmetin de kitapla pek arası olmadığı için bir daha gitmedik.

Monday, October 22, 2007

Bugünlerde sabah 6 dan sonra uyuyamıyorum. Bu sabah da uyuyamadım ama Mehmet ‘yat biraz daha, kalkma’ dediği için ben de biraz hayal kurdum. Bu sabahki hayalim anneme ve sonrasında babama botox yaptırıyordum. Sonrasında 1 hafta sonra bahriden randevu alıp ablam, ümmühan ve çocukları ve ben, tabii annem ve babam da hep birlikte gidip resimler çekiniyoruz. Her bir pozdan bissürü yaptırıyoruz ve büyünce bütün çocuklara anneanne ve dedelerinin resimlerini veriyoruz. Mehmet kalkınca nihayet hayalim bitti ve onu yolcu edip akşamdan kalan börek ve keklerden yedim. Tabii interneti de açtım. Gözlerim yine garip görmeye başladı, ekrana bakmaktan. Annem ve ablamla erkenden telefonda konuştuk. İkisi de erken aradığım için şaşırdı. Annem bugün güzel bir haber verdi. Dedem (annemin babası) almanyadan getirdiği dikiş makinelerinden birini teyzeme, birini de bana vermiş. Acayip mutlu oldum. Sanırım daha önce yani ‘cezve’ döneminde insanın evinde muhakkak dikiş makinesi olması gerektiğine inandığımı söylemiştim. Şükürler olsun daha düzgün bir evim olmadan makinem oldu. Teferruatlı bir şey dikecek değilim. Düz dikiş, nevresim, minder, kırlent vs dikeceğim.
Cumartesi misafirlerim kısıra bayılmışlar ama maalesef ben fazla yapmamıştım ve tekrar istemelerine rağmen ikram edemedim. Ben de dün biraz fazlaca yaptım. Akşam erken vakitte misafirlerimiz geldi. Ama 5 yerine 3 hemşire geldi. Ömer de gelmedi (Mehmet ‘o biraz çekingen’ dedi). Akşam sürekli bir şeyler ikramla geçti. Artan her şeyi paket yapıp onlara verdim. Gece Muhammed aradı. Doktoru izin vermiş ve birkaç saatliğine dışarı çıkmışlar. Annemlere ve kendi evlerine gitmişler. Bayağı güzel geçmiş. Doktor belki yarın yine çıkarsın demiş. Böylece hastane günleri daha kolay geçer İnşallah. Serviste 3 çocuk yoğun bakımdaymış ablam durumları iyiydi birden kötüleşmişler dedi. Bütün servisin morali çok bozukmuş. Ablamın da tabii.

Saturday, October 20, 2007

geçmiş bayram ve bugün

Bayram sabahı mehmetle birlikt kalktım ve onu bayram namazına uğurladıktan sonra tv karşısına geçtim ve beratı aradım. Meğer samsun için biraz erkenmiş ama berat sabah namazından sonra yatmamış. Kısaca bayramlaştık ve kalkıp kahvaltıyı hazırlamaya başladım. Mehmetin 3 arkadaşı galerianın karşısındaki apartmandan (bizim apartmanın karşısı yani) dayalı döşeli bir daire kiralamışlar. Evin sahibi istanbula oğlunun yanına gitmiş ve kendi çamaşırları da dahil olmak üzere her şeylerini evlerinde bırakmışlar. Mehmetin bu arkadaşları illa kahvaltıya bize gelin diye söylemişler. Ben pek gitmek istemiyordum. Hem o kadar erkeğin içinde ne yapacağım diye hem de bir daha böyle baş başa bayram kahvaltısı yapamayız diye. Kahvaltı hazırlığının ortasında Mehmet geldi. Bayramlaştık. Arkadaşlar çok ısrar ediyorlar dedi. Mecburen hazırlandım ve gittik. Bir tanesinin eşi ve oğlu da gelmiş. 9 kişi birlikte çok güzel bir kahvaltı yaptık. İçlerinden birisi tus kursundan tanıdık çıktı. Kahvaltıda bol sohbet ettik. Genel konu ülke gündemiyle yakın alakalıydı (terör). Giderken zorla gitmiştim ama sonra iyiki de gitmişim dedim. Evden ayrılmadan mutfaklarını biraz toparladım, kullanmayacakları fazlalık eşyaları ortadan kaldırdım. Ev o kadar dolu ki adım atacak yer yok. Vitrinlerinde gerçek gümüş bir gondol dahi var. Balkonlarında da nar ağacı varmış ama ben görmedim. Eve geldikten sonra günün gerisi, mehmeti hastaneden gelsin diye beklemekle geçti. Bilgisayar bozulduğu için onu hastaneye götürmüştü. Bayramda apartmanımızın önü çocuk kaynıyordu. Özellikle o gittiğimiz evden bunu çok iyi bir şekilde gördük. Her yeri çöplük içinde kaldı. Galerianın içinde eğlence merkezi olduğu için bütün çocuklar bayramda oraya geliyorlarmış. Çoğunun elinde sigara ve bir de mehmetin dediğine göre hepsinde tabanca yada silah varmış, oyuncak tabii ki. Zaten gazetede de urfa ve şırnakta bütün çocuklarda oyunca silah olduğunu yazıyordu. Sürekli atış yapıp durdular. gerçek silahla oyuncak silah sesi arasındaki farkı anlayamadığım için ilk başta bayağı endişelendim. Bu yaşta oyuncağıyla oynayan büyüyünce tabii ki gerçeğini ister.
Bizim apartmanın galeriaya açılan kapısını güvenlik kapatmış çocuklar gelmesin diye, bu sebeple kapımızı çalan fazla olmadı. Diğer günler de öyle çabuk geçti ki ne yaptığımızı da doğrusu pek hatırlamıyorum.
Bayramdan sonraki Salı günü muhammedin istediği gibi doğum gününü (5 ekim) ve ablamın istediği gibi kadir gecesi ve bayramı evde geçirip, 45 günlüğüne hastaneye yattılar. Normalde önceki yatmalarında 5 günlüğüne diye yatıyorlardı ve 3 haftaya kadar uzuyordu. Şimdi bu 45 gün ne kadar uzar bilmiyorum. Evde kaldıkları süre içinde Muhammed yaramaz beyazıttan ist solunum yolu enfeksiyonu kapmış ama onun dışında onu bir güzel besleyip 38 kiloya çıkarmışlar. Bayramlık için benettona gitmişler ve orada çalışan kızlar Muhammedi maskeli ve saçsız görünce çok üzülmüşler. Ayşenurun da boyu ilk uzadığında kızlar şok olmuşlardı. Ayşenuru o mağazaya ilk götürdüğümüzü hatırlıyorum da annemler yüne umredelerdi galiba iftardan sonra benim kazağım yerine ayşenura hırka ve pantolon almıştık. Üstüne yeni cicileri giyip aynanın karşısına geçmişti. Sanırım 2 yaşındaydı. Hala gözümün önünde.
Bayramın 1. günü ablamlar incesuya annemlere gitmişler. Muhammedin başına benim önceki sene accessoriustan aldığım kasketi takmışlar. Herkes bayılmış. Berat ve hidayet bissürü resimlerini çekmişler. Ablam önce utandı aşağı inmek istemedi sonra baktı ki olmuyor aşağı inip oynadı dedi. Bizde ramazan bayramının 1. günü, kurban bayramının ise 2. günü keşkek daveti oluyor ve acayip kalabalık oluyor. 7 kazan keşkek yapılıyor. Gerçi bizim eve annemle babam yok diye ve ablam Muhammedi getirdi diye fazla kimse gelmemiş (çünkü halam herkese karşıya gidip de çocuğa enfeksiyon bulaştırmayın demiş).
Annemleri ramazanda muhammed için okunmuş 41 yasin, 1 tefrice ve ikimiz (muhammed ve ben) için okunmuş 1 hatimle umreye gönderdik. sağolsunlar yasinlere hb ve ak da yardım etti. annemin telefonunu yurt dışına açtırdım ama orada çekmemiş, neden anlamadım. benimkisi çekmişti. babam hepimizi tek tek aradı sağolsun. bir kere de arayıp bana kabeden ezan dinletti. Bayramdan sonra döndüler. Babam her zamanki gibi anneme alışverişe izin vermemiş. Babam yurt dışında alışverişe huyludur. Türkiyede her şey var deyip hiçbir şey almaya izin vermez. halbuki belki annem babamdan ayrı kadınlarla bir yerlere gider diye anneme samsunda riyal yaptırmıştım. hiç bir işine yaramamış.
Gelelim bugüne dünden biraz hazırlık yaptım akşam mehmetin arkadaşları gelecekler diye. Geç vakitte dağkapıya bana ip almaya gittik. İpçide sanırım olay olmuştu. Dışarıda polis falan vardı. İpi hemen alıp çıktık. Geri dönerken nebi camiine uğradık. Minaresindeki yazılarda Peygamber Efendimizden çok bahsediliyor diye bu adı almış. Eve geldik ve arkadaşları telefon açtılar gelmiyorlarmış. Fb nin maçı varmış onu seyredeceklermiş, biri de hastaymış. Kendileri bilirler deyip akşam yemeğini hazırlamaya ve mehmetten bilgisayarı almak için fırsat kollamaya başladım. Sonra tekrar telefon geldi ve geleceklerini söylediler. Geldiler ve şimdi içerdeler. Ben biraz yanlarında oturdum. Pasta böreklerini ikram ettim ve mutfağa gelip bilgisayar başına oturdum.

Friday, October 19, 2007

geçen hafta bilgisayara yine dekorasyonla ilgili birşeyler kopyalarken birden kapandı ve bir daha da açamadım. bayramın 1. günü mehmet hastanye gidip bilgisayar mühendisine yaptırmaya çalıştı. windows yüklenmiyormuş ve o da linux yüklemiş. biz ondan bişey anlamadık. sonra bilgisayarı 1. mehmetin yerine gelen ömer aldı. ama önce yapamamış. ilk yapan kişi trip yapmış, neden benden sonra başkasına veriyorsun vs diye. sonunda ömer yaptı ama bazı dosyalarım okunmuyor yada yok. msaüstündeki dokoraasyon adlı belgem (1 haftalık emek) okunmuyor. mehmet bir akşam ömeri eve davet edecek, o zaman halleder diye ümit ediyorum. bu arada bakıyorum da tek bir yorum bile yok. beni kimse merak etmemiş anlaşılan. hafta sonu misafirlerimiz olacak, her iki gün de. yani hafta sonum pasta, börek yaparak geçecek.

Friday, October 05, 2007

dışarda yemek

Cumartesi günü saat 4 ten sonra dışarı çıktık (aradan o kadar zaman geçti ki tarihi hatırlaıyorum. ramazanın sanırım ikinci hafta sonu). Hava çok sıcak değildi. dağkapıya yürüdük. Zaten bizim evin birkaç metre ötesinde. Benim en son görmeme göre biraz daha düzgündü. Yolu ve kaldırımları yapmışlar ama tamamını değil. Tam ulu caminin dibinde yol da kaldırım da bitiyor ve toz başlıyor. Burası çöl gibi. Evi bile silerken 2. kovada dahi çamurlu su gibi oluyor. Bir de dışarısı nasıl olur hayal etmek çok güç olmasa gerek. İlk defa geldiğimiz hafta ulu camiye gitmiştik ama önümüze sürekli çocuklar çıktığı için Mehmet beni bir daha götürmemişti.



avludan giriş kapısı

Nasıl olduysa bu sefer rahat rahat gezdik, çıkışa kadar bizi rahatsız eden olmadı. Çok güzel bir camii, mimarisi de bayağı farklı. (Anadolu 'nun en eski camisidir. 639 yılında Diyarbakır'a egemen olan Müslüman Araplar tarafından şehrin merkezindeki en büyük mabedin (Martoma Kilisesi) camiye çevrilmesiyle oluşturulmuştur. Daha sonra 1091 yılında Büyük Selçuklu Hükümdarı Melikşah'ın buyruğu ile büyük bir onarım gördüğünü, değişik dönemlerde birçok kez onarım ve eklentilerle bugünkü şeklini aldığını kitabelerinden öğrenmekteyiz.


giriş kapısının olduğu bina ve şadırvan

Erken İslam döneminin ünlü Şam Emeviye Cami'nin (benzerliklerden dolayı) Anadolu'ya yansıması olarak yorumlanan Diyarbakır Ulu Camii, İslam aleminin 5. Harem-i Şerifi olarak kabul edilmektedir. Ortadaki büyük avlunun doğu ve batısında yer alan maksureleri, güneyinde Hanefiler Cami'i, kuzeyindeki Şafiiler Camii ve Mesudiye Medresesi ve Caminin batı girişinin hemen yakınındaki Zinciriye Medresesi ile dinsel ve kültürel yapıları bir araya getiren bir yapılar grubu niteliğindedir. Bu yazıyı valiliğin sitesinden aldım.)


kapıdan girdiğinizde karşıda kalan yapı (batıda olan)

Caminin avlusunda insanlar daha doğrusu buralı erkekler duvar diplerinde oturmuş sohbet ediyorlardı. Caminin girişinde de bissürü erkek taburelerde oturmuşlar sohbet ediyorlardı.


yukarda resmi olan batıdaki medresenin altında sol köşede mahalleye açılan bu kapı var.


duvar dibinde oturup sohbet eden, dinlenen insanlar

Sanırım caminin yan tarafında çay ocağı vaya kahvehane gibi bişey vardı. Oturup çay vs mi içiyorlardı yoksa alışkanlıktan mı hep birlikte oturuyorlardı bilmiyorum. Caminin içi gayet sadeydi.


bizim içine girdiğimiz bölüm (güneyde kalan yapı)


bu da yukardan görünüşü (tabii ki resmi ben çekmedim) kırmızı otobüsün olduğu yer bahsettiğim toz toprak içinde olan yer. sol köşede ise biraz yeşil otlar içinde kalmış olan yer de yemek yediğimiz han

minarenin ayakları ve o kısımda oluşan boşluk çok belli olmasa da görünüyor

Camiden çıkınca diğer merak ettiğim yapıyı görmeye gittik. Dört ayaklı minare (diğer adı muallak (boşta, boşlukta demekmiş)) bayağı garip bir sokaktaydı. Orada, esme ile bir gün beyoğlunda (adı şu an aklıma gelmiyor) manzarası ile ünlü bir kafeden çıkınca arka sokaklardan hastaneye gelişimiz aklıma geldi. Hava kararmak üzereydi ve iki ev arasına ip gerilerek çamaşır asılmış o garip mahallelerden birinden geçmiştik. İkimiz o mahallede yürürken sanki uzaydan gelmiş gibi farklı gözüküyorduk. Orası da aynı öyleydi. Bayağı pis kokulu ve insanların garip garip baktığı bir yer. Yanındaki camiye girdik. Kasım padişah camii (akkoyunlu sultan kasım) yada mutahhar camii (şeyh mutahharın mezarı orada olduğu için) deniyor. Tavanları kilise gibi boyalı küçücük bir camii. Çok fazla resim çekmedim nasıl olsa bundan sonra tekrar geliriz diye. Ulu camiden dört ayaklı minareye giderken yolda baharatçılar vardı ve benim gözüm kuru patlıcanlarda kaldı ama o kadar toz toprak içinde ne kadar temizlesen de tam temiz olmaz herhalde. Daha sonra asıl gitmek istediğim buranın ünlü baharatçısının yerini öğrendim. Tam değil ama aşağı yukarı hangi sokakta olduğunu öğrendik. İftar vaktine daha vardı ve ne yapsak diye düşünürken ip satan bir mağaza gördük. ben 3 tane daha lif ipi aldım. Sonra iftar yapacağımız yere gidip oturmaya karar verdik.


oturduğum yerden çektiğim resim

Hasan paşı hanı yeni restore edilmiş ve yemek yediğimiz yer yeni açılmış. Burası kuyumcular çarşısı ve yakında bulunan başka bir çarşıda insanlar ticaret yaptıktan sonra konaklasınlar diye yapılmış.


iftar öncesi kadınlar çalışırken

Kapının girişindeki resimlerden önceden bayağı bir kötü durumda oluğunu anladık. Üst kata çıkmadık (dediğim gibi nasıl olsa tekrar geliriz mantığı var bende) ama bişey yok galiba.


bu da oturduğum yerden çekildi

Alt katta ise birkaç hediyelik eşya daha doğrusu kilim satan mağaza vardı. Bir tanesinin kapısında kocaman iki tane zeytin yeşili renkte küp duruyordu. Benim aklım en çok onlarda kaldı. eve geldikten birkaç gün sonra dahi ‘Mehmeet sence onların fiyatları ne kadardır’ dediğim oldu. Küp alma fikrine tabiî ki sıcak bakmıyor. Buradan onu nasıl taşıyacağız diyor bir de beni kandırmak için ben sana kapadokyadan alırım diyor. Ama bunların rengi öyle hoş ki bir daha böylesini nerede görürüm? Avluya birkaç masa atmışlar, yemekler dışardan geliyor, ev yemekleri. Burayı kadınlar işletiyor daha sonra öğrendim ki burada kadınlar için bir vakıf varmış, ka-mer vakfı. Bu vakıf burayı 5 yıllığına kiralamış. Kadınlar fazlasıyla tecrübesizdiler. Ezan okunduğunda hala yemekler dışardan gelmemişti. Ezan öncesi su, ekme, kaşık vs yi masalara yerleştirmeleri gerektiğini akıl edemiyorlar ve ezandan sonra gelen yemekleri servise mi hazırlasalar yoksa başka işlere mi koştursunlar şaşırıyorlar. Memnun etmek için ellerinden geleni yapıyorlar ama dediğim gibi işte. Ama biz hiç şikayetçi olmadık. Memnun etmek için uğraşılarını gülümseyerek seyrettik, en azından ben öyle yaptım. Halimden memnun etrafı seyreden bir tip durumundaydım. Sadece yemekler beni biraz şaşırttı. Pek sıcak bir şey yoktu. Hepsi meze tipi şeylerdi. Hepsi çok lezzetliydi karnımız da doydu ama bence sıcak başka yemekler eklemeliler. En başta içilen bir tek çorba ile olmuyor. Sonrasında tatlı olarak sütlaç yedik, ben güllaç tercih ederdim ama yoktu. Savoyun güllacının o kadar özledim ki. Sütlacı da kendi yaptığım kadar beğenmedim. Cumartesi akşamları saat 7 den sonra fasıl oluyor. İki genç bayan ney ve tambur çaldılar ve şarkılar söylediler. Çok güzeldi. başka bir akşam çay içmek için gelmeye karar verdik ama pek zannetmiyorum. Çünkü yemek sonrası bize ağırlık çöküyor ve bir de bizim çayımız daha güzel (kaçak çay içiliyor). Eve dönerken hava biraz daha serinlemişti. O ılık havada yürümek çok hoşumuza gitti. Eve gelince hemen önceki lifi bırakıp yeni iplerimle yeni bir tane başladım.

Wednesday, October 03, 2007

Yazmayalı hangi ayda hangi günde olduğumuzu bile bilmiyorum. Son günlerde yapacak fazla bir şey bulamadığım için canım çok sıkılıyor. Aslında geçen yazımda bahsettiğim gibi örgü örüyorum ama battaniye değil. Motifi çıkaramadım ben de battaniyeden vazgeçtim. Biraz da maymun iştahlı olduğum için küçük parçalar yapmak daha mantıklı olur diye düşündüm. İşimle o kadar meşgulüm ki, gece yatınca ev hayalleri yerine başka nasıl örnek yapabilirim diye düşünüyorum. Gece düşünüyorum diye işe yarar bişeyler değil. Tutak yapıyorum, sıcak tencere vs’yi tutmak için. Eskilerde olduğu gibi iki parça değil de tek ve büyük bir parça olarak yapıyorum. 3-4 tane yaptım. her bitirdiğim parçada hepsini çıkarıp yan yana koyup bakıyorum. Sanki çok büyük bir iş becermişim gibi acayip mutlu oluyorum. Geçende Mehmet eve geldiğinde benim yine canım sıkılıyordu ve birlikte ip aldığımız yerden bana 2 tane yeni ip alsaydın belki biraz moralim yerine gelebilirdi dedim. Artık aynı renklerle örmek de çok eğlenceli gelmemeye başladı. Saçörgüsü örmeyi bilmiyordum, nette öyle güzel tarif etmişler ki hemen öğrendim. Ya bu internet ne harika bir şey. Bir de ponpon yapmayı öğrendim. Öyle güzel oldular ki, Mehmet benimle netten amma da güzel şeyler öğreniyorsun diye dalga bile geçmeye başladı. Bir de nohut örneğini öğrenmeye çalıştım ama öğrenemedim. Biraz zor gibi geldi. Gündüzleri derya baykalın programını seyrediyorum. Bazen işe yarar şeyler de söylüyorlar. Bir şeyler öğrendiğim oluyor. Mehmet bu hafta icapçı ve çok yoğun geçiyor. Sürekli evde olmak beni biraz sıktı. Burada ramazandan hiç hoşlanmadım. Bir an önce geçse de spora gitsem diyorum. Bu arada canımı sıkan diğer bir şey de ramazanın bana çok yaramış olması. Kilo aldım. Dün Mehmet annesine de kilo aldığımı söyledi, o da bana ‘kızım sen ona bakma, sen geç kalkıyorsun, ondan daha çok uyuyorsun diye seni kıskanıyor’ dedi. Biraz haklı da. Her sabah uykum var diyerek gidiyor.
Mehmet bir haftadır ağabeylerini aramıyordu. Benim arasana ısrarlarımla nihayet aradı. Biz görüşmeyeli küçük abisi büyük abisinin (kuzucuk) apartmanının en üst katına taşınmış. Terası varmış ve çok güzel haliç manzarası varmış. Annem için kolaylık olacak, bakacağı iki çocuk da aynı apartmanda.
Gelelim muhammede; son haftalarda çok hastaydı. Çok ateşli ve çok bulantılı kusmalı günler geçirdi. Ablam bayağı endişelendi. Ama şükür bu hafta daha iyi, eve çıktı. Halsizliği biraz daha geçmiş. Ama yaramaz Beyazıt Muhammedi rahat bırakmıyormuş. Çocukla boğuşmak istiyormuş (eski günlerdeki gibi), yatağına oturmak istiyormuş, hatta ablam gıcıklığına tükürdüğünü bile söyledi. Sonunda ayşenurdan (Ayşenur o yüzden karşı dairede oturan babaannesinde kalıyormuş) grip beyazıta ondan da muhammede geçmiş. Şimdilik evde. Doktordan Cuma günü evde olmak için söz almış. Çünkü doğum günü 11 inden gün alacak. 5 gün sonra da ayşenurun doğum günü.
Annemler cumartesi günü umreye gidiyorlar. Bugünlere hazırlık yapıyor. Yalnız hazırlık yaparken ya çamaşır makinesi yada ütüsü bozuluyor. Annemin, babamı umreye gitmeye ikna için uyguladığı yöntemi belki sonra yazarım.
Canım sıkan konulardan biri de kitapları önüme yığmama rağmen bir sayfa dahi okumamış olmam. Tek okuduğum Kuran, o da annemler gidene kadar bitirmek istediğim için. Son iki cüzüm kaldı. burada bulunduğum zaman içinde işe yarar tek şey bu oldu zaten. İlk hatimimi yapmış olacağım.
header'ımı ak ile istanbulda vapura bindiğimizde çekmiştim. bu binanın resmini istanbulda kızlarla çengelköye gittiğimizde çekmiştim. bu bina hatta 'lar' demeliyim çünkü tek bina değil (ben öyle hatırlıyorum). her zaman çok hoşuma giderdi. en son gördüğümde yani kızlarla gezintimizde ilk defa kapısının açık olduğunu ve içini gördüm. içindeki tulip armchairlerin (linkte sandlyeler var ama asıl masa olmasının sebebi benim o masayı mutfağa almayı çok istemem.zaten sandalyeleri de o nedenle tanıyorum.ben sandalyelerle ilgilenmiyorum. zaten o fiyatla nasıl ilgilenebilirim? hazır link vermeyi öğrenmişken işte benim almayı düşündüğüm sandalyeler) fazlalığı dikkatimi çekmişti (şehrazatın bürosundaki beyaz sandalyeler). sanırım giriş kapısında evliyaoğlumimarlık yazan yerde de fil mimarlık yazıyordu. dizide o binayı ve içini de iyice görünce çektiğim bu resmi de kullanayım dedim.
Not: alttaki yazılara resim eklendi.

Friday, September 21, 2007

16 eylül

Pazar sabahı 10:30 da neclanın telefonu ile uyandım. ne yapıyorsun deyince napalım oturuyordum dedim. Melihlerle aşağıda galeriadayız dedi.
Telefon sonrası fethiyi kaldırdım. Pazar sabahı neden bu saatte kalktığını anlamadı, n’oluyor vs dedi. Kalkıp etrafı toparladık, giyindik ve neclayı geri arayıp evimize davet ettik. Necla istanbuldan gelmiş. Melihler onu almak ve akşam da melihin kardeşini istanbula göndermek üzere bingölden buraya gelmişler. Gelmişken bizi de görmek istemişler. Bebekleri büyümüş, çok uslu gözüküyordu. Adını sormayı unutmuşuz. Gerçi ben daha önce neclaya sormuştum, iki isimliydi. Oturup sohbet ettik. Ersin neclaya esme ve benim nöbetlerimizi özlediğini, bizim zamanımızdaki gibi olmadığını söylemiş. Zaten hoca benim ayrılığımda yaptığı konuşmada farklı bir tarzım olduğunu ve bunu servise yansıttığımı söylemişti. Mehmet bunu okusa bana güler heralde iyice havaya girdim diye. Ama öyle yalan mı yani. Daha sonra onlar şehri gezmek için ayrıldılar. Öğle saatlerinde dışarı çıkmayı gözüm kesmedi. Çünkü burada hava hala çok sıcak. Onların gelmesi beni o kadar etkilemiş ki gece uyumadan önce çok uzun süre eski günleri düşündüm. Hastaneyi çok özledim. Gündüz aslı aradı. Bayağı sevindim, ben de uzun zamandır onu aramak istiyordum ama aklıma geldiği saatler hep uygunsuz saatler oluyordu. Biraz sohbet ettik. kameraları açıp karşılıklı ütü yapalım dedi. Seni mi kıracağım yaparız tabii dedim.
Samsundan döndüğümden beri geç saatte kalkıp nette geziniyorum. Sonra da yemek yapma telaşım başlıyor. Ne zor ev hanımı olmak, her gün ne yemek yapacağıma karar vermek bana çok zor geliyor. Bu hafta sonu lif örmeye başladım. Daha önceki ördüklerimi yeğenlere hediye ettim. En az ilgi gösteren Muhammed oldu. Beyazıt acayip mutlu oldu. Önce ne olduğunu anlamadı. ‘Teyze bunu nasıl kullanacam? Ne yapacağım?’ Diye sordu. ‘Sabun sürüp kendini yıkayacaksın’ dedim. ‘Heeııı sabun sürüp yıkanacam’ deyip koşarak ablasına anlatmaya gitti. İlk sefer yıkamayı da ben yaptım. seni yıkayayım dediğimde bulaşık yıkıyordum ve bayağı bulaşık vardı. Kaç kere gidip geldi ne zaman yıkanacağız diye. Onunla bayağı vakit geçirdiğim için ona bayağı alışmıştım.

eylül ilk hafta/istanbul-samsun

Aslında samsuna direkt gitmek için çok uğraştım. Bütün firmaların saatlerine baktım ama sonra anladım ki aynı günde buradan oraya ulaşamayacağım, yoksa çok yorucu olacaktı. Ak ile konuştuk, mısırdan gelmişti ve ben onu görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Çorludan benim için geleceğini söyledi. Ben uçaktan o da otobüsten indi ve otogar metroda buluştuk. Sarıldık birbirimize ve yol boyunca konuştuk. Bizim fatihteki eve vardık ve benim valizdeki eşyaların bir kısmını orada boşalttım. Ona düğün resimlerimi ve mehmetin ailesini gösterdim. Sürekli konuştum, benim lafımın biteceği yoktu ama bizi karşıda tatilden aynı saatlerde dönen hb bekliyordu. Karşıya geçmeden önce yapmam gereken bir iş vardı. Dışarı çıkıp çiçek aldık. Ama ne çiçek küçücük bir şey. Çiçekçi çocuk beceriksiz bir şeydi. Çiçekleri küçülte küçülte bir hal oldu. Sonuçta elimde benim cüsseme göre ufacık bir buket oldu. Birlikte mehmetin ufak abisine gittik bebek görmeye. Bebek bütün gece boyunca ayakta olduğu için kahvaltı yapamadıkları için annesi kahvaltı hazırladı ve birlikte kahvaltı yaptık. Karnımız tam doymadı ama dışarıda yemek yememize gerek de kalmadı. Sonra karşıya geçtik vapurla. Valize rağmen balkonda oturduk, resim çektik. İstanbulu seyrettik. hb’ye vardığımızda karnımız bayağı acıkmıştı. Esengülü bekledik yemek için malzeme getirsin diye. Bayağı bir bekledik. Akşam yemeğimizi yedik ve hg (hb’nin eşi) de olmak üzere bol bol sohbet ettik. Gece hb ve ak baş başa kaldık. Ak’nın hemen uykusu geldi. Halbuki her zaman o ikisi sohbet ederler ben olduğum yerde sızardım. Gece 2 de bir taraftan anlatacağımı anlatırken diğer taraftan ak uyumaaa diye onu uyarıyordum. Keşke daha uzun süre birlikte olabilseydik ve daha çok konuşabilseydik. Daha kendimizden çok fazla bahsedememiştik ki.
Ertesi sabah çok geç kalmadan kalkmaya çalıştık. Neredeyse öğlene kadar sohbet ettikten sonra kalkıp kahvaltı için hazırlanıp dışarı çıktık. Taksi ile beylerbeyine gittik. Pastaneden aldığımız poaça ve simitlerle sahildeki çay bahçelerinden birinde oturduk. Etrafı seyrettik, konuştuk. Kalkmaya yakın iki porsiyon da kalamar istedik. Uzun zamandır canım istiyordu. Mehmet sevmediği için tek başıma alamıyordum. Çok çok harika değildi ama fena da değildi. sonuçta hesap beklediğimizin bayağı üstünde geldi. Çay 2 ytl imiş . Eee biz de bayağı çay içmiştik. Oradan kalkıp çengelköye doğru yürüdük. En son kulelinin karşısına kadar onları yürüttüm. Sahildeki caminin bahçesinde resimler çekindik. Aynı yerde seneler önce (sanırım 3-4 yıl önce) 19 mayısta toplandığımızda (biri abd’de diğeri mısırdaydı o tarihlerde) ben yine aynı noktadan resimler çekmiştim. Sonrasında benim alışveriş isteğim üzerine capitole gittik. Gezindik ve kızlar hemen yoruldular. Birlikte eve döndük ve değiştirmem gereken ayakkabıları yanıma alıp alışveriş merkezine geri döndüm. Ayakkabılarımı değiştirdim. Ayşenura ve anneme bişeyler aldım. Bayağı yorulduktan sonra pizza alıp eve döndüm. Esengül de geldi ve hep birlikte pizza yeyip balkonda oturduk ve esengülün ev sahibi maceralarını dinledik. Bu ara aynı problem bizde de var. sanırım depozitomuz yanacak )güya bu aydan itibaren kirayı vermeyecektik ama adam kabul etmemiş, ödemeleri varmış. 650 ytl ile ödemelerini yapacak olan 4 ay sonra bize 1500 ytl yi verir mi sanki.). (bugün iskenderuna giden diğer anestezi doktoru geri döndü. Bu haftadan sonra inşallah biraz daha rahat edeceğiz.)
İstanbulda ertesi sabah ben havaalanına gitmek üzere evden çıktım. O gün hg brüksele ak da çorluya gidecekti. Yani hb evde yalnız kaldı.
Samsunda berat karşıladı. Hastaneye gittik. Muhammed antibiyotik tedavisi gördüğü için hastanede yatıyordu. Ablam çıkmayı çok istedi ama çıkamadılar. Bugünlere de çok fazla ateşi varmış. Ama doktoruna samsundan ayrılmadan sormuştum bunlar olağan şeylermiş. Her şey normal gidiyormuş. Ama bizim ödümüz kopuyor ana bişey olacak diye. Ablam muhammedin okul çantası ve önlüklerini anneme getirmiş köyde ihtiyacı olan birine versin diye. Annem de eski çantayı kimse istemez diye evde bırakmış. İçinden önlüklerini çıkarıp baktım. Hastanede büyüdü artık onların içine sığamaz. Biraz ağladım.
Eskiden öyle neşeli bir çocuktu ki, etrafına pozitif enerji yayardı. Şimdi ise acayip sinirli, agresiv. Saçları tekrar çıkmış ama tekrar dökülmeye başlamış. Yastık tamamen saç içindeydi.
Annemler köye gittiler ve ben dönmeden önceki gün döndüler. Vaktimin çoğunu Beyazıt ve ayşenurla geçirdim. Özellikle beyazıta bayağı alıştım. Onları bir gün yeşilyurta bir gün de afraya götürdüm. Beyazıt çok mutlu oldu. Abisine ikisine birden gittiğimizi söylemedik. Çünkü kardeşleri geziyor da o hastanede olduğu için bayağı üzülüyormuş. Muhammedin ben oradayken dişi çekildi. Trombositleri düşük olduğu için kanaması 2-3 saat durmadı. Muhammed browni istiyor diye ayşenurla bir akşam muffin kaplarında 40 a yakın browni yaptık. Aynı akşam bir de şeftalili cheesekek yaptık. Browniyi serviste dağıttım ama kocaman servise yetmedi. Çocuklar çok mutlu oldular. Cheesekeki ilk denememdi. Bayağı güzel oldu. En çok ayşenurla ben yedik. Samsunda sadece madoda varmış ve o da hiç güzel değilmiş. O yüzden bizimkiler bu tada pek de alışık değiller. Ama ben bayılıyorum cheeskeke. İçine bissürü peynir konduğu için mehmetin de yemeyeceğini bildiğim için burada yapamamıştım.
Beyazıt normalde çok yaramaz bir çocuk ama son 3 güne kadar gayet usluydu. Son 3 gün sadece beni çıldırttı. Ağladığı zamanlarda ise annesi yanında olmadığı için ona hiç kıyamadım. Hemen kucağıma alıp susturdum. Ona nasıl istediğimi yaptıracağımı bu gidişimde keşfettim. Çocuğa sadece 1 tane tofita karşılığında her istediğini yaptırabiliyorsun. Son günlerde hava bayağı soğumuştu ve ayağına ayakkabılarını giymesini istiyordum. Son tofitayı da 10-15 dakika önce vermiştim. Tatlı dille ayakkabılarını giymesini söyledim. Bana ne bana ne dedi. Ben de ‘ama sana tofita verdim ya’ dedim. O zaman da ‘ben onu çoktan yuttum. Karnımdan çıkaramazsın ki, çıkaramazsın ki’ deyince bayağı güldüm. Son iki gün ayşenurun okul eksiklerini gördük, bu yıl liseye başlıyor. Ona alışveriş yaparken okul malzemelerinin içinde ben de özendim. Muhammede de boyama kitabı (5-6 yaş), boyama kalmeleri, kalem, silgi, açacak ve kitaplar aldık. İlk gün boyama kitabını boyamış ama daha sonra hiç ilgilenmemiş. Ablam ateşi olduğu için bir haftadır bilgisayarı dahi kucağına almadı diyor halbuki hiç kapatmazdı. Duaya ihtiyacımız var. insan başına gelmeden anlamıyormuş. Yorgun olarak samsundan ayrıldım. Diğer uçağa binmek için havalanında 3-5 saat geçirmem gerekiyordu. 10 ytl ye valizimi emanete bırakıp taksi ile bakırköye alışveriş merkezine gittim. Mağazalarda gezindim. Kendime bişey almadım, ne aldıysam ayşenura. Yiyecek bir şeyler alıp çıktım. Yemeğimi alanda yedim. Dekorasyon dergisi aldım ve cam kenarında motorun dibinde biraz sesli olarak güzel bir yolculuk geçirdim. Mehmet beni aldı ve beraber ramazan için market alışverişimizi yaptık. Ve birlikte ikince ramazanımız başladı.

yandaki resimde; afrada ümmühanın minik kızı nihan ve kırmızı gözlü beyazıt

Sunday, August 26, 2007

nemrut dağı ve maraş

10 ağustos 2007 saat 20:00
Nemrut karadut köyü’nde kervansaray otelindeyiz.
Bugün öğlen 2’ye kadar hazırlık yaptım. Mehmet 2 gibi geldi. Arabayı aşağı yıkamaya vermiş. Eşyaları aşağı taşıdık. Bayağı eşya vardı (güvenlik görevlisi ‘abla hayırdır taşınıyor musunuz?’ diye sordu). Bagajla beraber arka koltuk da tamamen doldu. Önce karpuzcuya uğrayıp kocaman bir karpuz aldık (17 kilo). Mehmet pazarlık yapmaya çalışmasına rağmen adam hiç inmemiş. 30 ytl vermiş (normalde karpuzun kilosu 50 kuruşmuş). Normalde buranın ünlü karpuzu ağustos sonunda çıkıyormuş (bugün mehmet arkadaşlarından birinden gerçekten kazıklandığımızı, mevsimi de olsa karpuzun tadının çok güzel olmadığını ve bizimkisi gibi beyaz kısmının çok geniş olduğunu öğrenmiş). Saat 4 civarında benzin de alıp yola çıktık. Önce siverek’e vardık. Mehmet arada haritaya bakıp doğru yolda olup olmadığımızı söylememi istiyordu. Ama ben pek de başarılı olamadım (gerçi daha sonra yollarda biraz harita okumayı öğrendim). Siverek merkeze uğramadan yola devam ettik. Ordan sonraki yol pek de işlek değildi ve biraz korktum. Feribota kadar olan yol (Atatürk barajının üstünden geçmek için) hem kötüydü hem de çok tenhaydı. Mehmet de ya lastiğimiz patlarsa diye korkmuş. Feribota yaklaştıkça karşı yönden arabalar gelmeye başladı. Feribotun geldiğini anladık. Bu dediğim yol feribotta yani Atatürk baraj gölünde bitiyor. Yol bittiğinde feribota biniyorsunuz ve 10 dk sonra karşıdasınız.

Feribot çok ilkel bir şeydi. Sadece 12 araç alıyordu ve fiyatı 8 ytl (araç başına). Feribot devletin değil, şahsa ait. Mehmet kazançları bayağı iyidir dedi. Akşam saat 8’e kadar işliyormuş. Ama zaten o saatten sonra oralarda durulmaz.

Mehmetle arabadan çıkıp yukarı çıktık. Resim çekip etrafı seyrettik. Feribottan sonra yolda doğru yolda olup olmadığımız konusunda endişelenmeye başladık. Mehmet otelin telefonunu almadığım için bana kızdı (sende bugün bir gariplik var zaten deyip durdu). Kavun satan iki çocuğun yanında durduk ve büyük olan (kız) çocuk Narinceden sonra olduğunu söyledi. Biz de onlardan bir tane kavun aldık. Bu arada söylemeyi unuttum. Feribottan inince çok az bir mesafe gidip sanırım 5 km falandır, menzil yazısını gördük 20 km içerdeymiş. Ablam önceki gece telefonda konuşurken oraya da uğrasanız diyordu da ben böyle yolumuzun üstünde olduğu ilmiyordum. Ama tabii uğrayamadık, hava kararmadan otelde olmak için. Çocuklardan sonra biraz daha ilerleyince nemrut yazısını gördük. Narinceyi geçince yol yine kötü ve tenhaydı. Yol yapım çalışması vardı. Güneşin batışını maalesef yolda kaçırdık. Otele geldiğimizde bir hayal kırıklığı yaşadık. Mehmet de hala aynı yüz ifadesi devam ediyor. Yanında ben de olduğum için içi pek rahat değil. Bayanın kalması için uygun değil diyor (Kahta merkezde çok daha güzel oteller var ama güneşin doğuşu için o kadar yol ve bir de bu dağa gece gece çıkılmaz). Nemruta en yakın otel burası (8 km). fiyatı kişi başı 40 ytl, akşam yemeği ve sabah kahvaltısı dahil. bizden başka aşağıda kağıt oynayan buranın yöre insanından birkaç adam (otelin sahibinin yerinde olsam o adamları oradan kaldırırdım. Çünkü beni tedirgin eden o adamlardı) ve 7-8 kişilik İtalyan bir grup, bir de 1 aydır burada kalan araştırmacıya benzeyen uzun boylu bir adam vardı. Biz dışarıda oturmuş, akşam yemeğinin çıkmasını beklerken (saat 9 oldu, yemek hala ortalıkta yok) biri çocuk, biri de şalvarlı dede olmak üzere 4 kişi (Türk) daha geldi. Onları görünce Mehmet biraz rahatladı. Akşam yemeğinde 15 kişiydik. Zaten otel 17 kişilik. Otel odaları çok ilkel, tv bile yok. Odaların anahtarı normalde evde kullandığımız oda anahtarlarından. Nevresimler ve havlular temize benziyordu. Ama mehmet havlu ile kurulandığında kokuyordu dediği için kendi havlularımızı çıkardım. Nevresimler ise yengemin deyimiyle kimisi Ahmet, kimisi mehmetti (yani çarşaf başka desende ve altımızda iki farklı desende çarşaf seriliydi. Yastık kılıfları benimki kalpli, mehmetinki ise güllüydü).
Şimdi dışarıda masada oturmuş yemeğin gelmesini bekliyoruz. Lütfen yemek güzel olsun. Karnım çok aç.
Buradan sonrası eve döndüğümüzde yazıldı.

Akşam yemeği geç geldi ama gayet güzeldi. gerçi servis çok iyi değildi. çorba, pilav, tas kebabı, salata ve unuttukları için karpuzla gelen yoğurt. Ben yoğurdu yemedim ama Mehmet onu da yedi ekşi ekşi ev yapımıymış, çok güzelmiş. Çayları da çok güzeldi, servis yapan çocuk kendisinin demlediğini söyledi. yemeklerin tadı da çok güzeldi. otelin sahibi turistlere eğer doymadıysanız tekrar yemek verebiliriz dedi. Herhalde bu yerli turist için de geçerlidir. Otelin sahibi adam (adını şuan hatırlayamıyorum) yemek sırasında tüm masaları gezip müşterilerle ilgilendi. Adama yarım yamalak İngilizce, Fransızca ve daha birkaç dili konuşuyor, en azından müşterileriyle anlaşabiliyor. Mehmet sabah kaçta kalkmamız gerektiğini sordu. Güneşin doğuşunu kaçırmamamız için 4 de otelden çıkmamız gerekiyormuş. Yemek sonrası odaya gittik. Kandil olduğu için ibadet etmek istiyordum ama olmadı. Biraz tesbih çektim o kadar (Allahtan evden çıkmadan Kuran okumuştum) ve bir de herkese dua ettim. Erken yattık ama cam açık olduğu için ben biraz tedirgin oldum ve bayağı bir uyuyamadım. Sonra Mehmet camı kapattı ama ben yine de bayağı tedirgin uyuduğum için gece Mehmet yataktan kalktığında bayağı bir korktum. Biraz rahatsız olmuş ve bütün gece boyunca uyumamış. Ben de korkarım diye hiç hareket etmemiş. Saat 3 te uyandım ve bir daha da uyuyamadım. Yani 2 saatlik uyku ile saat 4 te yataktan kalktım. Saat 3 te uyandım ve mehmetle sohbet ettik. Diğer odadakiler kalksın da onlarla beraber çıkalım diye bekledik ama hiç kıpırtı yok. Mehmet sürekli camdan dışarı baktı, yukarı çıkan var mı diye. Bu sebeple saat 4 e kadar hazırlanmadık. Saat 4 te aşağıdan arabalar çıkmaya başladı. Biz de hızla hazırlandık. Biz de 4 te çıksak iyi olurmuş doğrusu. Dışarıya çıktığımızda Türk aile de dışarıdaydı. Dedenin odasını bilmiyorlarmış da dedeyi arıyorlarmış. Yukarı çıktık. Milli parkın girişinde kişi başı 4.5 ytl verip uzunca bir yolu (8 km) arabayla çıktık. Geç kalıyoruz diye Mehmet biraz hız yaptı, ben biraz kızdım. Çünkü dolana dolana karanlıkta çıkıyorsunuz ve aşağısı uçurum. Yukarı çıktığımızda biz de herkes gibi arabamızı park ettik ve bagajdan kışlık montlarımızı çıkarıp giydik. Gerçekten gerekliymiş.

Sonrasında 500 m. yürüyerek dağa tırmandık. Rüzgar soğuk soğuk eserken, ben de burnum tıkalı olduğu için ağzımdan nefes aldığım için boğazım acımaya ve garip garip nefes almaya başladım. Arkamızda garip tipler olduğu için ve bir de güneş her an doğabileceği için Mehmet kolumdan tuttu ve hiç mola verdirmeden (ben arada kenardaki banklara doğru seğirttim ama müsaade etmedi) yukarı kadar zorla beni çıkarttı. Şimdiye kadarki yaptığım sporlar hiç işe yaramamış (nato zirvesinde İstanbulda İtalyan yokuşunu çıkarken ki performansım neyse nemruttaki de oydu).
(sağda yukarda Atatürk baraj göletlerinden biri görülüyor) Yukarı çıktığımızda bayağı kalabalıktı. İnsanlara 4-5 sıra olan basamaklara oturmuşlar, sohbet ediyorlardı. Biz en öne geçtik ve oturduk. Arkamızda birkaç erkek seçim sonuçlarını ve neden iktidar partisinin doğuda bu kadar oy aldığını konuşuyordu (kendileri de doğulu). Başka bir tanesi kendini kameraya çektirip nemrutta güneşin doğuşunun mükemmelliği ile ilgili bir konuşma yaptı (yerel bir tv için program yapıyormuş (o da doğuluydu). Bayağı yabancı turist vardı. yukarıda snırım 100 kişi falan vardı.

Bir grup erkek öğrenci Malatya tarafından gelen yoldan (Malatya tarafından gelirsen yol yukarı kadar çıkıyormuş, yürüme yol kalmıyormuş ) yukarı kadar minibüsle çıktılar ve herkesin önünde kayalıklara oturdular. Bayağı gürültülü bir gruptu. Yukarı sırt çantasında götürdüğüm kek ve çayı Mehmet istemedi, sonra, sonra dedi. Ben de güneşin ilk ışıklarıyla çıkardım. Gerçi biraz ılıklaşmıştı ama olsun.
Güneş doğarken mehmetle bir taraftan izlerken bir taraftan fotoğraf makinesi yüzünden tartışıyorduk. Çünkü birkaç fotoğraf sonrası pillerimiz bitti. Mehmet diğer makineyi almadığım için kızdı. Sonra cep telefonum aklına geldi, onu neden almadın, onunla çekerdik dedi. Yukarda didişip durduk. Güneşin doğuşuna gelince gerçekten harikaydı. Bunu yaşamak için o otelde kalınabileceği sonucuna vardık. Sadece yanımızda nevresim götürseymişiz daha rahat hissedermişiz. Neyse yine güneşin doğuşuna gelelim. Herkes oturmuş bir noktaya bakıyordu (tahmini güneşin doğacağını düşündüğümüz nokta). Sonra yavaş yavaş yükselmeye başladı. Herkes büyük bir hayranlıkla seyretti. Öyle güzeldi ki. Güneş doğduktan sonra sırtımızı döndüğümüz heykellerin yanına gidip onlarla resim çekindik (bizim fotoğraf makinesi naz yapan kızlar gibiydi, kafasına göre bazen çekiyordu, bazen çekmiyordu). Doğu kanadında yeterli resim çektik de batı kanadında (güneşin batışının seyredildiği kısım) çekemedik. Oradaki heykeller de aynıydı sadece daha dağınıktı.
Heykeller Tümülüs üzerine oturtulmuşlardı. Bu tümülüsü commagene krallarından 1. Antiochos yaptırtmış. Adamın mezarının üstüne yüksekliği 50 m. Taban çapı 450 m. olan kireç taşlarının yığılmasıyla oluşturulmuş bir Tümülüs yapılmış. Üstündeki heykeller de aslan, kartal ve tanrı heykelleri ve bir de aralarında I. Antiochos heykeli. Hepsi tahtlarda oturuyor ama şimdi sadece bedenleri tahtta oturuyor, başları kümülüsün önünde kopmuş vaziyette duruyor.

Oradan batı kanadına geçtik. Batı kanadında daha önceden bahsettiğim doğulu tv program sunucusu ve kameraman vardı. Sunucu zincirin arkasına geçmiş, heykelle poz veriyordu. Benim ters ters bakmamdan ve bişeyler söylememden bana doğru gelip ‘bakın hanfendi program yapıyorum da heykellerin yanına geçmem lazım da, ...’, falan da filan da anlatmaya çalıştı. Ama bende yüz ifadesi hala değişmediği için ‘bu zincir, heykellere zarar verecek insanlar için de’ bendeki bakışlar daha da değişti (ne mantık ya!) iyi ben zarar vermiyorum biz de girelim olur mu öyle? Dedim. Ama benim kocam sorun olmasını istemediği için tamam beyefendi kolay gelsin vs dedi. Ama ben hala kötü kötü baktığım için adam bişeyler demeye çalışıyordu. Bu arada bizim peşimizden bir bekçi geldi ve adamdan kasetini istiyordu, içeri girdiği için kızıyor ve bu kaset televizyonda yayınlanırsa vali görüp onu işten atacak diye endişeleniyordu. Bu noktadan sonra mehmetle gülüp inişe geçtik. Aşağı inişimiz çok daha kolay oldu. İnerken Mehmet yine makinayı hatırladı ve yukarı çıktığımız bu yolu çekmemiz lazımdı falan dedi. Aşağı inince kendime bir tane heykel satın aldım. Satan adamın dediğine göre apollo heykeliymiş. Arabyla milli park içinde inerken bir yol ayrımı var, ordan 20 km içerde cendere köprüsü varmış. Romalılardan kalmış ama bizim benzin konusunda sıkıntımız olduğu için gitmedik. Daha sonra Kahta yolundan da gidildiğini gördük ama 40 km bize bayağı vakit kaybettirir diye düşündük. Arabayla otele doğru giderken solda yerle aynı hizada bir yapının üzerinde açıkta (bacada) bissürü turistin (mehmetin deyimiyle bitli turist) yan yana yattığını gördük. Otele dönünce eşyalarımızı hazırladık ve kahvaltı için dışarı çıktık. Kahvaltı açık büfeydi. Öyle fazla bir şey yok, ama gerekli her şey vardı. Güzel bir kahvaltıydı, açık havada hafifçe esen rüzgarda. Mehmet kendi kendine ne kadar çok yediğine hayret etti. Kahvaltı sonrası arabamıza otel sahibinin kahtadan getirttiği benzinden ilave yapıldı ve yola çıktık.
Normal yola çıktığımızda sola dönüp (kahtadan gerger’e giderken Alidar köyünde) çok az bir yol gittik ve Üzeyir peygamberin makamını ziyaret ettik. Ben dua ederken görevli olan yaşlı amca mehmete bişeyşer anlatıyordu. Bize çay ikram etmek istedi ama yolumuzun uzun olduğunu söyleyip oradan ayrıldık. Adıyamandan çıkana kadar 5-10 dakikada bir müziği kapatmak zorunda kaldık. Çünkü burada o kadar sahabe var ki, her yol ayrımında zatın ismi yazıyor ve 2 km içerde vs yazıyor. Biz de hepsinin önünden geçerken birer Fatiha okuduk. Maraşta 2 saatimiz vardı. Daha sonra afşinden hareket eden mehmetin abisi sinan bey, babası ve Sinan beyin eşi ile yol üstünde buluşacaktık. Maraş dağların eteğine kurulmuş. Bizim ilk girdiğimiz cadde hiç güzel değildi ve maraşın gelişmemiş bir yer olduğunu düşünüyorduk ki, ana cadde olmadığını anladık. Biraz turladıktan ve 1-2 insana yol sorduktan sonra arabamızı katlı bir otoparka koyup caddede karşımıza çıkan camii ile resim çekindik. Adını bilmiyorum ama görüntüsü çok güzeldi. bir de caminin resimlerini çektiğimiz yerdeki sütçü imam heykeliyle resim çekindik.
Sonrasında şu ünlü yaşar pastanesini (madonun sahibinin pastanesi) bulduk (Ümmühan yenisi daha güzelmiş, oraya git demişti ama biz eskisine gittik. Çünkü kapalı çarşıya gitmek istiyordum ve burası kapalı çarşının hemen aşağısında). Kapının önünde bir arap turist otobüsü vardı. İçerde bissürü kapalı arap kadını vardı. İçeri geçip labirent gibi uzun yolun en sonundaki noktaya varıp oturduk.
(burası yaşar pastanesi. resim bana bile kötü gözüktü. biraz abartma huyum vardır ama gerçekten çok abartmıyorum. içerisi çok güzeldi, adeta bir müze gibiydi). Ortam loştu ve ne kadar eski bakır kap, eşya varsa onları bir yerlere yerleştirmişlerdi. Benim bayağı hoşuma gitti. Ümmühan tuvaletin bile çok güzel olduğundan bahsetmişti. Ben çok beğenmedim ama mehmetin çok hoşuna gitti. Karnımız çok aç olmadığı için önce su böreği yedik. Çok güzeldi. sonra meşhur Maraş dondurmasından yedik. Mehmet ağzındaki dolgular yüzünden biraz zorla yedi. Bana ise bir porsiyon yetti. Normalde mehmetinkine atlarım ama bence bu biraz şekerli ve insanı kesiyor. Normal dondurma olsa ikisini de yerdim. Ben orada anladım ki ben bir roma dondurmasını bir da normal madoyu seviyorum. Mehmet yaşar pastanesini hiç beğenmedi, hizmet çok kötü, sanki kalk git diyorlar dedi. Yeterince müşterileri olduğu için müşteriye hizmet etmediklerini düşündük. Çıkmadan Mehmet kasada para öderken ben de pastaneyi çekim dedim, içerde resim çekmek yasakmış. Tek çektiğim resim yasak olduğunu bilmeden oturduğum yerden çektiğim resim oldu. 2 kilo da paket dondurma alıp oradan ayrıldık. Yolun karşısına geçip aralardan birine girince kapalı çarşıya girmiş oluyorsunuz. Buranın sadece adı kapalı, çoğu yeri açık. Ama bayağı hoşuma gitti. İçinde semerciler, bakırcılar, kalaycılar, kuyumcular, baharatçılar, tekstil ürünleri ve daha bissürü şey var. ben oraya bayıldım. Kendime bakır tas (ayşe ablaya (mehmetin ablası, annesine ve ablamla ümmühana da), bakır fincan aldım.

En çok da orada satılan rendeler hoşuma gitti, bana çok ilginç geldi ve aldım. Sonra iki tane tahta kaşık ve bir de dolma taşı aldım (gerçi ne işe yaradığını tam bilmiyorum ama olsun). Kuru patlıcanlara baktım ve 4 ytl sanki pahalı gibi geldi ve almadım. Şimdi öyle pişmanım ki anlatamam. Gerçi burada da satılıyor, daha pahalı da olsa buradan alacağım. Kuru sebzeler gazi antepten geliyormuş. Bir dizesinde 50 tane varmış meğer. Sumağım az kalmıştı sumak ve damla sakızı aldım. 5 ve 10 ytl ye çok güzel antep fıstığı kıracakları vardı ama mehmet aldırmadı. sarı olanlar çok güzeldi (10 ytl). ilk gördüğümde fındık kıracağı zannetmiştim ama değilmiş. mehmet tanımda olmasa muhakkak bir tane alırdım. Ahşap oymalarına baktık.benim zaten tepsim ve sandığım var maraştan gelen. Sedef altıgen bir sehpa istiyordum ama maraşın sedefi ünlü değilmiş. Artık İstanbul horhordan alırım diyerek çarşıdan çıktık.
Maraştan kayseriye doğru giderken bol bol çam ağaçlı dağları seyrettik. Manzara gayet güzeldi. yolda karnımız bayağı acıktı, Sinan beylerle sürekli telefonda konuştuğumuz ve onlara yetişmeye çalıştığımız için yolda mola veremedik. Yoksa nette gördüğüm kıskaçlı et tesislerinde durmak istiyordum. Güzel eti varmış ve tesis de bayağı kalabalık gözüküyordu. Maalesefki duramadık. Buluştuğumuz tesis bol sinekli bir tesisti. Onlar pide yemişler çok güzeldi dediler biz de kaşarlı pide yedik ama ben et yemek istiyordum yaa.
Tesisten çıkınca iki araba peşpeşe sarıkayaya kadar gittik. Gittiğimizde çocuklar dışarıda oyun oynuyorlar ve bizi bekliyorlardı.