Friday, October 05, 2007

dışarda yemek

Cumartesi günü saat 4 ten sonra dışarı çıktık (aradan o kadar zaman geçti ki tarihi hatırlaıyorum. ramazanın sanırım ikinci hafta sonu). Hava çok sıcak değildi. dağkapıya yürüdük. Zaten bizim evin birkaç metre ötesinde. Benim en son görmeme göre biraz daha düzgündü. Yolu ve kaldırımları yapmışlar ama tamamını değil. Tam ulu caminin dibinde yol da kaldırım da bitiyor ve toz başlıyor. Burası çöl gibi. Evi bile silerken 2. kovada dahi çamurlu su gibi oluyor. Bir de dışarısı nasıl olur hayal etmek çok güç olmasa gerek. İlk defa geldiğimiz hafta ulu camiye gitmiştik ama önümüze sürekli çocuklar çıktığı için Mehmet beni bir daha götürmemişti.



avludan giriş kapısı

Nasıl olduysa bu sefer rahat rahat gezdik, çıkışa kadar bizi rahatsız eden olmadı. Çok güzel bir camii, mimarisi de bayağı farklı. (Anadolu 'nun en eski camisidir. 639 yılında Diyarbakır'a egemen olan Müslüman Araplar tarafından şehrin merkezindeki en büyük mabedin (Martoma Kilisesi) camiye çevrilmesiyle oluşturulmuştur. Daha sonra 1091 yılında Büyük Selçuklu Hükümdarı Melikşah'ın buyruğu ile büyük bir onarım gördüğünü, değişik dönemlerde birçok kez onarım ve eklentilerle bugünkü şeklini aldığını kitabelerinden öğrenmekteyiz.


giriş kapısının olduğu bina ve şadırvan

Erken İslam döneminin ünlü Şam Emeviye Cami'nin (benzerliklerden dolayı) Anadolu'ya yansıması olarak yorumlanan Diyarbakır Ulu Camii, İslam aleminin 5. Harem-i Şerifi olarak kabul edilmektedir. Ortadaki büyük avlunun doğu ve batısında yer alan maksureleri, güneyinde Hanefiler Cami'i, kuzeyindeki Şafiiler Camii ve Mesudiye Medresesi ve Caminin batı girişinin hemen yakınındaki Zinciriye Medresesi ile dinsel ve kültürel yapıları bir araya getiren bir yapılar grubu niteliğindedir. Bu yazıyı valiliğin sitesinden aldım.)


kapıdan girdiğinizde karşıda kalan yapı (batıda olan)

Caminin avlusunda insanlar daha doğrusu buralı erkekler duvar diplerinde oturmuş sohbet ediyorlardı. Caminin girişinde de bissürü erkek taburelerde oturmuşlar sohbet ediyorlardı.


yukarda resmi olan batıdaki medresenin altında sol köşede mahalleye açılan bu kapı var.


duvar dibinde oturup sohbet eden, dinlenen insanlar

Sanırım caminin yan tarafında çay ocağı vaya kahvehane gibi bişey vardı. Oturup çay vs mi içiyorlardı yoksa alışkanlıktan mı hep birlikte oturuyorlardı bilmiyorum. Caminin içi gayet sadeydi.


bizim içine girdiğimiz bölüm (güneyde kalan yapı)


bu da yukardan görünüşü (tabii ki resmi ben çekmedim) kırmızı otobüsün olduğu yer bahsettiğim toz toprak içinde olan yer. sol köşede ise biraz yeşil otlar içinde kalmış olan yer de yemek yediğimiz han

minarenin ayakları ve o kısımda oluşan boşluk çok belli olmasa da görünüyor

Camiden çıkınca diğer merak ettiğim yapıyı görmeye gittik. Dört ayaklı minare (diğer adı muallak (boşta, boşlukta demekmiş)) bayağı garip bir sokaktaydı. Orada, esme ile bir gün beyoğlunda (adı şu an aklıma gelmiyor) manzarası ile ünlü bir kafeden çıkınca arka sokaklardan hastaneye gelişimiz aklıma geldi. Hava kararmak üzereydi ve iki ev arasına ip gerilerek çamaşır asılmış o garip mahallelerden birinden geçmiştik. İkimiz o mahallede yürürken sanki uzaydan gelmiş gibi farklı gözüküyorduk. Orası da aynı öyleydi. Bayağı pis kokulu ve insanların garip garip baktığı bir yer. Yanındaki camiye girdik. Kasım padişah camii (akkoyunlu sultan kasım) yada mutahhar camii (şeyh mutahharın mezarı orada olduğu için) deniyor. Tavanları kilise gibi boyalı küçücük bir camii. Çok fazla resim çekmedim nasıl olsa bundan sonra tekrar geliriz diye. Ulu camiden dört ayaklı minareye giderken yolda baharatçılar vardı ve benim gözüm kuru patlıcanlarda kaldı ama o kadar toz toprak içinde ne kadar temizlesen de tam temiz olmaz herhalde. Daha sonra asıl gitmek istediğim buranın ünlü baharatçısının yerini öğrendim. Tam değil ama aşağı yukarı hangi sokakta olduğunu öğrendik. İftar vaktine daha vardı ve ne yapsak diye düşünürken ip satan bir mağaza gördük. ben 3 tane daha lif ipi aldım. Sonra iftar yapacağımız yere gidip oturmaya karar verdik.


oturduğum yerden çektiğim resim

Hasan paşı hanı yeni restore edilmiş ve yemek yediğimiz yer yeni açılmış. Burası kuyumcular çarşısı ve yakında bulunan başka bir çarşıda insanlar ticaret yaptıktan sonra konaklasınlar diye yapılmış.


iftar öncesi kadınlar çalışırken

Kapının girişindeki resimlerden önceden bayağı bir kötü durumda oluğunu anladık. Üst kata çıkmadık (dediğim gibi nasıl olsa tekrar geliriz mantığı var bende) ama bişey yok galiba.


bu da oturduğum yerden çekildi

Alt katta ise birkaç hediyelik eşya daha doğrusu kilim satan mağaza vardı. Bir tanesinin kapısında kocaman iki tane zeytin yeşili renkte küp duruyordu. Benim aklım en çok onlarda kaldı. eve geldikten birkaç gün sonra dahi ‘Mehmeet sence onların fiyatları ne kadardır’ dediğim oldu. Küp alma fikrine tabiî ki sıcak bakmıyor. Buradan onu nasıl taşıyacağız diyor bir de beni kandırmak için ben sana kapadokyadan alırım diyor. Ama bunların rengi öyle hoş ki bir daha böylesini nerede görürüm? Avluya birkaç masa atmışlar, yemekler dışardan geliyor, ev yemekleri. Burayı kadınlar işletiyor daha sonra öğrendim ki burada kadınlar için bir vakıf varmış, ka-mer vakfı. Bu vakıf burayı 5 yıllığına kiralamış. Kadınlar fazlasıyla tecrübesizdiler. Ezan okunduğunda hala yemekler dışardan gelmemişti. Ezan öncesi su, ekme, kaşık vs yi masalara yerleştirmeleri gerektiğini akıl edemiyorlar ve ezandan sonra gelen yemekleri servise mi hazırlasalar yoksa başka işlere mi koştursunlar şaşırıyorlar. Memnun etmek için ellerinden geleni yapıyorlar ama dediğim gibi işte. Ama biz hiç şikayetçi olmadık. Memnun etmek için uğraşılarını gülümseyerek seyrettik, en azından ben öyle yaptım. Halimden memnun etrafı seyreden bir tip durumundaydım. Sadece yemekler beni biraz şaşırttı. Pek sıcak bir şey yoktu. Hepsi meze tipi şeylerdi. Hepsi çok lezzetliydi karnımız da doydu ama bence sıcak başka yemekler eklemeliler. En başta içilen bir tek çorba ile olmuyor. Sonrasında tatlı olarak sütlaç yedik, ben güllaç tercih ederdim ama yoktu. Savoyun güllacının o kadar özledim ki. Sütlacı da kendi yaptığım kadar beğenmedim. Cumartesi akşamları saat 7 den sonra fasıl oluyor. İki genç bayan ney ve tambur çaldılar ve şarkılar söylediler. Çok güzeldi. başka bir akşam çay içmek için gelmeye karar verdik ama pek zannetmiyorum. Çünkü yemek sonrası bize ağırlık çöküyor ve bir de bizim çayımız daha güzel (kaçak çay içiliyor). Eve dönerken hava biraz daha serinlemişti. O ılık havada yürümek çok hoşumuza gitti. Eve gelince hemen önceki lifi bırakıp yeni iplerimle yeni bir tane başladım.

1 comment:

nerminn said...

sanırım şu en son öldürülen polis yüzünden 4 ayaklı minarenin yanına bir daha gidemeyiz. ne kadar garşp bir sokak olduğunu anlatmıştım. haberlerde de garipliği görünüyordu.