Wednesday, November 07, 2007

midyat-mardin

Zaman geçtikçe yazmak daha zor geliyor. Midyat, Mardin ve urfayı gezdik ama hiç yazasım yok. Daha fazla zor olmadan bir köşesinden başlamak lazım. Hasankeyften midyata geçtik ve yolda
Midyat ve şırnak tabelalarıyla resimler çekindik. Yolda gördüğüm evlerin resimlerini çektim.
Gitmeden nette midyatın evleri hakkında bissürü yazı okumuştum ama Midyat bizi hayal kırıklığına uğrattı. İlçenin girişi ve merkezi doğuya uygun bir şekilde kötüydü.
Eski evler sadece bir bölgede kalmış. Çünkü ilçe göç almış ve Süryani nüfusu azalmış. Gezilmesi gereken manastır ve kiliseleri göremedik. Kimisi çok uzakta, kimisi kapalı imiş.

Biz mor Abraham kilisesini gezdik. Burası Abraham ve hobel isimli iki keşiş tarafından kurulmuş. Burası şimdi bir aileye aitmiş. Görevli rahip kilise ile aynı bahçede oturuyor. Bayağı yaşlı birisi.
Daha sonra mardinde öğrendik ki kendisi aslında mardinde görevliymiş ama midyattaki bu kilisenin rahibi ölünce tayini buraya çıkmış.
Grubumuzdaki herkes adamla resim çekinmek istedi ama görevli adam buna engel oldu. Kilisenin bahçesinin kapısı gittiğimizde kilitliydi. Bize kapıyı açan adam kilise hakkında kısaca bilgi vermişti. Kendisi daha sempatikti. Sonra ikinci gelen şahsiyet bayağı gıcık birisiydi bizi kileden bir kovmadığı kaldı. Mezarın resmini çekeyim dedim adam hemen ‘orası mezar’ dedi. Yani çek git diyor. Neyse sonunda çıktık. Kilisenin aşağısında bir ev vardı. Bu da onun resmi.
(yukardaki resim, hemen kilisenin aşağısındaki bayağı büyük ve güzel ev)Resim çekinirken peşimizdeki çocuklar sılanın çekildiği konağı gösterebileceklerini söylediler ama biz istemedik. Ama sonra şahsen ben pişman oldum. Keşke gezseymişiz. Çünkü daha sonra ne midyatta ne de mardinde Süryani evi göremedik. alttaki resim yeni yapılan bir apartmana ait
İlçenin merkezine gittik ve orada savaşın adını aldığı kuyumcuyu (Sümer kuyumcusunda Markos) bulduk. Savaş ona iki kişiden selam getirmiş. Kuyumcuda bayağı kaldık. Esme 3 şişe şarap aldı. Markos sağolsun ne istersen hemen buluyor.
Ben bir tane telkari bilezik(bileziğim yukardaki resimdeki renkli boncuklu olanlardan), bir tane broş aldım. Esme kendine sıla tokası alınca (telkari) benim de hoşuma gitti ve ben de ayşenura aldım. Sıla tokasını 10 ytl’ye aldık. Mardinde 15 ytl idi. Bileziği 160 ytl den 120 ytl’ye ve broşu da 25 ytl den 20 ytlye aldım. Mehmetin babasına 20 ytl’ye telkari tesbih ablasına da benim broşun aynısından aldık. Mardinde savaşların kalacağı yer belliydi ama bizimkisi belli değildi. Markos bizim için bir oteli aradı ve fiyatı uygun yapacaklarını söyledi ama daha sonra ufak çapta bir kazık yediğimizi anladık. Keşke markosa adamı aratmayıp kendi pazarlığımızı kendimiz yapsaymışız. Midyat Mardin yolu tehlikeli olabilir diye söylemişlerdi. Yol kalabalıktı o yüzden fazla korkmadık. Yolda karnımız çok acıktığından termostaki çayı içip sabahki yaptığım kurabiyeleri yedik. Mardine vardığımızda hava kararmıştı.
Savaşlarla ayrılıp bizim oteli aramaya başladık biraz şehrin dışındaydı. Hasankeyfe gittiğimizde oradan ayrılırken iki tane otobüs gelmişti ve otobüslerin üzerinde 1. artuklu sempozyumu yazıyordu meğer bu otelde yapılmış. Biz otele vardığımızda sempozyuma katılanlar ayrılmak üzereydiler.
Mardin yay grand otel. Adam gruplara yaptığımız fiyat olsun 2 kişilik oda 140 tek kişilik oda 90 dedi. Ama aynı şeyi telefonda soranlara da söylemiş. Akşam yemeği ve sabah kahvaltısı da dahildi. Akşam yemeğinde kuzu tandır vardı ve çok güzeldi. Bir de sanırım kapalı lahmacun gibiolan şey daha önce nette okuduğum buranın yöresel yemekleri arasında yer alan şemsek (kıymalı börek gibi) idi. Karnımızı bir güzel doyurduk. Daha sonra lobide oturup çay içtik. Bana kalsa hemen yatardım ama esme illa sohbet edeceğiz dedi. Daha çok Mehmet ve esme konuştu. Konuştukları konu hastalar olduğu için ve ben de çalışmadığımdan anlatacak bir şeyim olmadığı için ikisi konuştu. Ben esneyip durdum. Sabah saati 7 ye kurdum ama saatlerde oynama olduğu için 1 saat daha uyuyabileceğimizi hatırlayıp mutlu olduk. Kahvaltı sonrası savaş telefon etti nerede kaldınız diye. Biz onlarla buluşana kadar onlar mardin müzesini gezmişler . daha sonra vaktimiz olur sandım ama vaktimiz olmadı. Maalesef müzeyi göremedim. Mehmetin üzüldüğü ise ayini kaçırmamız oldu. Biz gelene kadar onlar Pazar ayininin sonuna yetişmişler.
Biz gittiğimizde (meryemana kilisesi) insanlar kilisenin avlusunda sohbet ediyorlardı. Savaş meğer süryani bir gence rapor konusunda yardımcı olmuş. İşlemlerini hızlandırmış çocuk da ona rehberlik hizmeti yapacağına söz vermiş. İlker normalde deyrul zaferan’da çalışıyormuş rehber olarak ve de bizden 1-2 hafta sonra sezen aksu mardine gelecekmiş ve onu da İlker gezdirecekmiş. Bize kiliseyi anlattı.
Apsisin (kutkutçin,mihrap) önünde bir erkek bir de kadın resmi vardı. Meğer yaşlı karı koca aynı günde vefat etmişler. Birisi ölmüş diğeri de onun acısına dayanamayıp aynı gün ölmüş. Kapıda poşetle ekmek dağıtıyorladı, bize de verdiler. Burada adetmiş.
Müslümanlar da Süryaniler de ölünün ardından ekmek dağıtırlarmış. Ben de arabayı park ettiğimiz yerde fırında ekmekleri görmüş ve içimden ayrılmadan ekmeklerden alalım diye düşünmüştüm. Ekmekler tatlıydı ve tarçınlı. Tadı çok güzeldi.
Mardine gitmeden nette yaptığım araştırmada alttaki yazıyı okumuştum. ‘Mardin'e gidip de Nasra Şimmeshindi Hanım'a uğramadan geri dönülmez. Evine, şehrin girişindeki Güven Eczanesi'nin yanından giriliyor. Süryani olan Nasra Hanım basma boyama sanatının son temsilcisi. Evinde dini motifli basma süslemeleri yapıyor. Babasından öğrendiği el sanatını 80'i aşkın yaşına rağmen devam ettiriyor. Kök boyadan yaptığı melek, aziz, haç, Meryem Ana resimleriyle süslü basmalar kilise perdesi, masa örtüsü, duvar süsü olarak kullanılıyor. Kilise perdesini 1 milyar 200 milyon, masa örtüsü ve duvar süsleri ise boyutlarına göre 25 milyon ile 100 milyon lira arasında değişiyor. Süryani bir aile ile tanışmak ve onların ev yaşamlarına şahit olmak istiyorsanız Nasra Şimmeshindi'ye mutlaka gidin. (Tel: 0482 212 1)’ nasra teyze hakkındaki okuduğum tek yazı bu değildi ve ben de onun evine gitmek istiyordum ama nasıl olur bilmiyordum. Bir de Pazar günleri çalışmadığını ayine gittiğini okumuştum. İlkere söyledim. O benim anneannem dedi ve önümüzde yürüyen yaşlı teyzeyi gösterdi, oymuş.
Pazar günleri ayin sonrası gelinlerinin evine gidermiş. Eğer eve geçerse gideriz dedi. Gün içinde kaç kere telefon açtı ama eve dönmemiş ve biz de gidemedik. Gerisi daha sonra.

Friday, November 02, 2007

Dün ablamı aramadım. Akşam o aradı. Zor bir öğleden sonra geçirmişler. Üniversite hastanesi olduğu için bütün servisteki doktorlar değişmiş. Yeni doktorlar Muhammedi belinden su almak yada belinden ilaç yapmak için almışlar. Ablam ne yapacaklarını sormuş. Doktor size açıklama yapmak zorunda değiliz demiş. Kim yapacak demiş. Buradan herhangi bir kişi yapabilir demiş (20 kişiyi göstererek). Muhammedi içeri almışlar ve o 20 kişi içeri doluşmuş. Ablam 20 dakika boyunca muhammedin çığlıkları geldi diyor. Ablam kapıları yumruklamış çocuğumu geri verin istemiyorum diye. Sonunda işlem bitmiş. Muhammed saat 1.5 dan 4 e kadar ağlamış ve 4 te uyumuş. ‘Anne o kadar kalabalıktı ki çok korktum, çok tedirgin oldum’ demiş. Ağrısı olmuş ablam gelin bakın çocuğun ağrısı var demiş. Bir Allahın kulu gelip bakmamış. Çok sonra hemşire göndermişler ağrı kesici yapması için. Gelip de bir açıklama yapmamışlar ne yaptıklarına dair. Bu arada şuayip abi hocanın odasına gidip olayı anlatmış kapıyı vurup çıkmış. Ablama sorumlu uzman gelip özür dilemiş. Ama ablam ben o doktorla bir daha muhatap olmak istemiyorum diyor. Meğer onlardan sorumlu doktor oymuş. Ablam bugün doktorlarının değiştirlimesi için konuşacaktı. Dün visit sonrası çıkarken doktorlar ‘amma da çok biliyorlar’diye söylenerek çıkmışlar. Ablam ‘benimle laf yarıştırıyorlar, ne biçim doktor bunlar’ diyor. Akşam anlaşılmış ki işlemi yapamamışlar ve bugün tekrar deneyeceklermiş. Korku içinde bekliyorlar. Muhhammedin asıl doktoru mehtap ablası ise şu an bizimle aynı şehirde. Babası rahatsız olduğu için 2 haftalığına ailesinin yanına gelmiş. Sanırım o dönünce işleri daha kolay olur.

Thursday, November 01, 2007

hasankeyf

Cuma günü temizlik yaparak geçti. Biraz da ütü yaptım. Ertesi gün için hazırlık bunlar. Gece de nette hafta sonu yapacağımız gezi içn biraz araştırma yaptım. Gece 12 olduğunda ben hala bir şeyler bakıyordum ama mehmetin kızması üzerine (kaç gündür ne yapıyordun? Yeni mi aklın başına geldi gibi….) bıraktım ve yatışım 2 yi buldu. Tabii benim gürültümden Mehmet de uyuyamadı. Sanırım ondan önce uyumuşum, bu onu daha da kızdırmış.

Sabah misafirimiz 6 da gelmiş olacaktı ama otobüsün lastiği patlamış ve ancak 10 saatlik yolculuk sonrası 7 de gelebildi. Saat 7 de Mehmet gibi otogardan esme’yi alıp geldi. Ben de kahvaltı hazırladım. Bir taraftan da yol için kurabiye hazırladım. İyi ki de hazırlamışım. Yolda çok iyi oldu. Esme de çok beğendi. Tahmin etmiştim zaten beğeneceğini. Aslında kahvenin yanında daha iyi oluyor ama biz yanımıza aldığımız minik termosumuzdaki çayla yedik. Kahvaltı sonrası götüreceğimiz eşyaları hazırlayıp aşağıda yıkanan arabamıza binip yola çıktık. Önce esmeye pil almak için megacentera uğradık. Savaş, bahar ve oğulları efe bizi orada bekliyorlardı. Baharla tanışma faslından sonra (bahar ve efe konyadan geldiler. Bahar çocuk doktoru ve 4 aylık hamile) yola çıktık. Konuşa konuşa batmana geldik. Saat 12 olmuştu ve mehmetin arkadaşları batmanda madoya gidin demişler biz de arayıp madoyu bulduk.

Batmanda mado sanki çölde bir vaha gibiydi. Güzel bir bina ve bir de harika bir bahçe. Doğuda olduğunu anlamak zor. Madonun dışında güneydoğunun en büyük alışveriş merkezi diye reklamı yapılan alışveriş merkezini de gördük. Gerçekten de bizim yaşadığımız şehirdekinden daha büyüktü. Kayseriparkdan biraz daha küçüktür. Şehre girerken adıyamanla bir karşılaştırmamız oldu ve adıyamanın buradan çok daha güzel olduğuna karar verdik. Madoda brunch vardı ama biz sadece portakal suyu ve su böreği aldık. Sonrasında da çaylarımızı içip kalktık. Sonraki hedefimiz hasankeyfti. Zaten batmana gelişimizin sebebi de oydu.


Yolda bir tane atbaşı gördük ve onun arabadan resmini çektim. Mehmet bunları çok merak edermiş, böylece onun da merakı gitmiş oldu. Batmanda rafineri var (bilmeyenler için). Hasankeyfe girdiğimizde görmemiz gereken bir türbeyi savaşlar es geçtiler ve direkt köprüye gittiler. Biz de yanlarına gidip köprünün kalıntılarına baktık ve sonra geri dönüp türbeyi ziyaret ettik.

Akkoyunlular 1462-1482 yıllarında Hasankeyf’e tam hakim olmuşlar. Bu dönem içinde Hasankeyf'te bıraktıkları tek eser Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Bey Türbesi'dir. Dicle’nin kuzey yakasında yer alan bu eserin giriş kapısı üzerindeki kitabede, buranın Zeynel Bey'e ait olduğu ifade ediliyor.

Eser dıştan silindirik, içten ise sekizgen bir özellik arz eder .Türbenin silindirik gövdesi üzerinde turkuvaz ve lacivert, sırlı tuğla ile dört kuşak oluşturulmuştur. Birinci kuşakta '' ALLAH'' , ikinci ve üçüncü kuşaklarda baş kısmında “AHMET'' devamında ise ''MUHAMMED'' dipteki son kuşakta ise “ALİ'' isimleri hayranlık verici bir şekilde yazılmıştır. (alttaki resimde yazılar görülüyor, yan duvarda)

Türbenin içi boş. Mezarın türbenin altında olduğu rivayet ediliyormuş. Hasankeyf ılısu barajının suları altında kaldığında bu türbede sular altında kalacağı için türbeyi buradan daha yukarıya taşımayı planlıyorlarmış. Ama taşıma işi bayağı maliyetliymiş.

Türbenin de köprünün de başı çocuklarla dolu ve sizi bir türlü rahat bırakmıyorlar. İlla bişeyler anlatıp para almak istiyorlar.

Hasankeyf köprüsü bizimkilerde hayal kırıklığı yaşattı. Kala kala sadece bu mu kalmış diye.

Köprünün üzerinde herhangi bir kitabe olmadığından kesin yapılış tarihi bilinemiyor . eserin Artuklular'a ait olabileceğini söylüyorlar.

Hasankeyf'in Müslümanların eline geçmesini anlatan kaynakta burada açılıp kapanan bir köprüden bahsedilmektedir. Kemer açıklığı itibarıyla Ortaçağ'da yapılan köprülerinin en büyüğüdür. Ortadaki büyük kemeri taşıyan iki orta ayağın arasındaki açıklık 40 metredir.

(yukardaki resim netten alındı) Araştırmalara göre köprünün en büyük kemerinin orta kısmı ahşaptandı. Düşman şehre saldırdığı zaman bu ahşap kısım yerinden kaldırılır, düşmanın şehre girişi engellenirdi. Bu özellik şehrin savunması açısından bir avantaj ise de köprünün dayanaklığı açısından dezavantaj olmuştur. Eyyubiler döneminde 1349 tarihinde köprü Melik Adil tarafından tamir edilmiştir. Ayrıca 15. asrın sonlarında Akkoyunlular zamanında da tamir gördüğü tarihî kayıtlarda anlaşılmaktadır. Ne zaman yıkıldığı ise bilinmiyor.

Eski köprüyü seyrettikten ve yeterince resim çekindikten sonra, yeni köprüden karşıya geçip arabamızı park ettik ve el-rızık camiini gezdik.

Dicle Nehrinin doğusunda köprü ayağına yakın bir mevkide yer almaktadır. Portal girişindeki kitabeden eserin Eyyubi Sultanı Süleyman tarafından 811/409 tarihinde yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Kitabenin orta kısanında bitkisel süslemelerin içine Allah'ın doksan dokuz ismi yazılmıştır . (alttaki resimde görülüyor)

Bu gün caminin asli yapımdan, sağlam olarak sadece minare kalmıştır. Minarenin üzerindeki süsler, Arapça Kufi yazılar hayranlık verecek kadar güzeldir. Minarenin en önemli özelliği de çift merdivenli olmasıdır. Bu çift merdiven birbirini görmeyecek şekilde yapılmış.

Camii ise minicik bir şey ve gerçekten eski ile bir alakası yok. Minaresi gerçekten çok güzel ve en tepesine leylekler yuva yapmışlar. Tabii şimdi üzerinde leylek falan yok. alttaki resimde caminin dibindeki çarşı

Diclenin kenarına inip orada su içindeki tahtlara çıkıp kahve içtik ve sudaki kazları seyrettik.

(kaz mı ördek mi pek emin değilim) orada bayağı bir vakit geçirdik.

Kazlara ekmek attık, resimlerini çektik. Bayağı bir güldük, eğlendik ve de dinlendik.

Doğruyu söylemek gerekirse oraya kadar gitmişken kaleye çıkmamak ne derece mantıklı bilmiyorum ama biz kaleye çıkmadık. Bunda zamanın azlığı ve yanımızda hamile bir kadının varlığı da etkendi. Ama en çok da karanlığa kalmamak için. Çünkü daha Mardin midyata gideceğiz ve sonra da mardine geçip orada geceyi geçireceğiz. Dediğim gibi kalenin dibine kadar yürüdük ama sonra geri döndük.

Kale kapısı ; doğudan kaleye çıkan merdivenli yolun başlarında yer alır. Üzerindeki kitabeden 820/1416 Eyyubi Sultan Süleyman tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. 580 yıldır ayakta kalabilen kapıda, dayandığı kayaların çökmesi nedeni ile tehlikeli çatlaklar oluşmuştur.(alttaki resim netten)

Hasankeyf kalesi; kalenin iskan yeri olarak kullanılması, milattan önceki binlerce yıla dayandığı söylenebilir. Bu konuda kesin bir tarih tespit edecek hiçbir bilgi ve bulguya sahip değiliz. Kale haline dönüştürülmesi M.S. 363 yılında olmuştur. Bu tarihte Bizanslılar; Sasanilere karşı Hasankeyf’e bir kale yapmış ve sınırlarını koruma altına almıştır.

Kale bütünü ile tabii kayalardan oluşmuştur. Biri doğuda biri batıda olmak üzere iki merdivenli yol ile buraya ulaşılmaktadır. Doğudaki yol hayli geniş, moloz taşlarla döşenmiş ve aralıklarla yapılan kapılarla tutulmuştur. Bu kapılardan biraz önce söz etmiştik. Hatta Artuklular döneminde bu yolun üzerinde yedi tane kapının yer aldığı tarihler de geçmektedir.

Kalenin kuzeyinde kayalara oyulmuş, tamamen gizli ama şimdi tabii yıkılmalar sonucu kısmen ortaya çıkmış iki merdivenli yol bulunmaktadır.(yukardaki resimde merdivenler görülüyor) Normal yollarla kaleye su çıkarılamadığı dönemlerde kale sakinleri bu merdivenli yollarla Dicle'den su ihtiyaçlarını karşılamışlardır.

Arabaya binip giderken yorumlar şu şekildeydi. Esme ve mehmetin yorumu ‘ hasankeyf dedikleri bu muymuş? O kadar da güzel değil, su altında kalabilir’ benim yorumum ise onların dediği kadar kötü değil bence. Geçmişten günümüze kadar ayakta kalabilmiş ve taaa o zamanlar bu eserleri yapabildilerse muhakkak ki çok kıymetlidir (sanki günümüzde böyle eser mi yapılıyor?). ben gerekli kıymeti veriyorum ama sonuç aynı. ‘Ben gördüm ya artık su altında kalabilir’. Biliyorum biraz bencilce. Sadece şaka tabii. Aynı şeyi italyada pisa kulesini gezdikten sonra da artık yıkılabilir diye söylemiştim.

daha fazla resim isterseniz, onlar da burada.

Thursday, October 25, 2007

iki gündür mehmetle birlikte kalkıyorum. uyuyamadığım için değil, özelde vakaya girmek için. yani 2 gündür çalışıyorum ve az da olsa para kazanıyorum. mehmet hafta sonu için harçlığını çıkardın diye dalga geçiyor. dün akşam ciğer yemeye muharrem ustaya gittik. geçen sefer acılığı yüzünden zor yediğimiz için bu sefer az acılı olsun diye tembih etik. arabayı park ettiğimiz yerde büyük şehirin konukevi vardı. sürekli arabayla yanından geçiyorduk da bir türlü yanına gitmemiştik. altında el sanatları eserleri satılıyor. diğer bir mağazada ise dışları pek de güzel gözükmeyen kitaplar. korsan mı yoksa 2. el mi anlayamadık. onlara para kazandırmamak için kitap falan almadık tabii. fiyatlar da çok uygun değildi zaten. yemek sonrası babile (carfour alışveriş merkezi) gittik. ve kısa bir market alışverişi sonrası eve döndük. eve gelince avrupa yakasını seyrettik. yeni iplerimle yeni birşeyler örmeye başladım. mehmetin bayağı hoşuna gitti. ördüğüm şeyin resmini koyamacaktım ama picasada sorun var.
babam köye gitmiş. annem de 2 teyzemi de gece kalmaları için eve davet etmiş. benim makineyi deneyeceklerdi.
ramazanda mehmetle evin altındaki alışveriş merkezinde gezinirken, sergi salonuna gidip resimlere bakalım dedik. sonra da sergi salonunun yan tarafında kütüphane olduğunu gördük. yıllık 5 ytl ye üye olabiliyormuşsunuz. ben bayağı heyecanlandım ama elimde okunacak başka kitaplar olduğu için, mehmetin de kitapla pek arası olmadığı için bir daha gitmedik.

Monday, October 22, 2007

Bugünlerde sabah 6 dan sonra uyuyamıyorum. Bu sabah da uyuyamadım ama Mehmet ‘yat biraz daha, kalkma’ dediği için ben de biraz hayal kurdum. Bu sabahki hayalim anneme ve sonrasında babama botox yaptırıyordum. Sonrasında 1 hafta sonra bahriden randevu alıp ablam, ümmühan ve çocukları ve ben, tabii annem ve babam da hep birlikte gidip resimler çekiniyoruz. Her bir pozdan bissürü yaptırıyoruz ve büyünce bütün çocuklara anneanne ve dedelerinin resimlerini veriyoruz. Mehmet kalkınca nihayet hayalim bitti ve onu yolcu edip akşamdan kalan börek ve keklerden yedim. Tabii interneti de açtım. Gözlerim yine garip görmeye başladı, ekrana bakmaktan. Annem ve ablamla erkenden telefonda konuştuk. İkisi de erken aradığım için şaşırdı. Annem bugün güzel bir haber verdi. Dedem (annemin babası) almanyadan getirdiği dikiş makinelerinden birini teyzeme, birini de bana vermiş. Acayip mutlu oldum. Sanırım daha önce yani ‘cezve’ döneminde insanın evinde muhakkak dikiş makinesi olması gerektiğine inandığımı söylemiştim. Şükürler olsun daha düzgün bir evim olmadan makinem oldu. Teferruatlı bir şey dikecek değilim. Düz dikiş, nevresim, minder, kırlent vs dikeceğim.
Cumartesi misafirlerim kısıra bayılmışlar ama maalesef ben fazla yapmamıştım ve tekrar istemelerine rağmen ikram edemedim. Ben de dün biraz fazlaca yaptım. Akşam erken vakitte misafirlerimiz geldi. Ama 5 yerine 3 hemşire geldi. Ömer de gelmedi (Mehmet ‘o biraz çekingen’ dedi). Akşam sürekli bir şeyler ikramla geçti. Artan her şeyi paket yapıp onlara verdim. Gece Muhammed aradı. Doktoru izin vermiş ve birkaç saatliğine dışarı çıkmışlar. Annemlere ve kendi evlerine gitmişler. Bayağı güzel geçmiş. Doktor belki yarın yine çıkarsın demiş. Böylece hastane günleri daha kolay geçer İnşallah. Serviste 3 çocuk yoğun bakımdaymış ablam durumları iyiydi birden kötüleşmişler dedi. Bütün servisin morali çok bozukmuş. Ablamın da tabii.

Saturday, October 20, 2007

geçmiş bayram ve bugün

Bayram sabahı mehmetle birlikt kalktım ve onu bayram namazına uğurladıktan sonra tv karşısına geçtim ve beratı aradım. Meğer samsun için biraz erkenmiş ama berat sabah namazından sonra yatmamış. Kısaca bayramlaştık ve kalkıp kahvaltıyı hazırlamaya başladım. Mehmetin 3 arkadaşı galerianın karşısındaki apartmandan (bizim apartmanın karşısı yani) dayalı döşeli bir daire kiralamışlar. Evin sahibi istanbula oğlunun yanına gitmiş ve kendi çamaşırları da dahil olmak üzere her şeylerini evlerinde bırakmışlar. Mehmetin bu arkadaşları illa kahvaltıya bize gelin diye söylemişler. Ben pek gitmek istemiyordum. Hem o kadar erkeğin içinde ne yapacağım diye hem de bir daha böyle baş başa bayram kahvaltısı yapamayız diye. Kahvaltı hazırlığının ortasında Mehmet geldi. Bayramlaştık. Arkadaşlar çok ısrar ediyorlar dedi. Mecburen hazırlandım ve gittik. Bir tanesinin eşi ve oğlu da gelmiş. 9 kişi birlikte çok güzel bir kahvaltı yaptık. İçlerinden birisi tus kursundan tanıdık çıktı. Kahvaltıda bol sohbet ettik. Genel konu ülke gündemiyle yakın alakalıydı (terör). Giderken zorla gitmiştim ama sonra iyiki de gitmişim dedim. Evden ayrılmadan mutfaklarını biraz toparladım, kullanmayacakları fazlalık eşyaları ortadan kaldırdım. Ev o kadar dolu ki adım atacak yer yok. Vitrinlerinde gerçek gümüş bir gondol dahi var. Balkonlarında da nar ağacı varmış ama ben görmedim. Eve geldikten sonra günün gerisi, mehmeti hastaneden gelsin diye beklemekle geçti. Bilgisayar bozulduğu için onu hastaneye götürmüştü. Bayramda apartmanımızın önü çocuk kaynıyordu. Özellikle o gittiğimiz evden bunu çok iyi bir şekilde gördük. Her yeri çöplük içinde kaldı. Galerianın içinde eğlence merkezi olduğu için bütün çocuklar bayramda oraya geliyorlarmış. Çoğunun elinde sigara ve bir de mehmetin dediğine göre hepsinde tabanca yada silah varmış, oyuncak tabii ki. Zaten gazetede de urfa ve şırnakta bütün çocuklarda oyunca silah olduğunu yazıyordu. Sürekli atış yapıp durdular. gerçek silahla oyuncak silah sesi arasındaki farkı anlayamadığım için ilk başta bayağı endişelendim. Bu yaşta oyuncağıyla oynayan büyüyünce tabii ki gerçeğini ister.
Bizim apartmanın galeriaya açılan kapısını güvenlik kapatmış çocuklar gelmesin diye, bu sebeple kapımızı çalan fazla olmadı. Diğer günler de öyle çabuk geçti ki ne yaptığımızı da doğrusu pek hatırlamıyorum.
Bayramdan sonraki Salı günü muhammedin istediği gibi doğum gününü (5 ekim) ve ablamın istediği gibi kadir gecesi ve bayramı evde geçirip, 45 günlüğüne hastaneye yattılar. Normalde önceki yatmalarında 5 günlüğüne diye yatıyorlardı ve 3 haftaya kadar uzuyordu. Şimdi bu 45 gün ne kadar uzar bilmiyorum. Evde kaldıkları süre içinde Muhammed yaramaz beyazıttan ist solunum yolu enfeksiyonu kapmış ama onun dışında onu bir güzel besleyip 38 kiloya çıkarmışlar. Bayramlık için benettona gitmişler ve orada çalışan kızlar Muhammedi maskeli ve saçsız görünce çok üzülmüşler. Ayşenurun da boyu ilk uzadığında kızlar şok olmuşlardı. Ayşenuru o mağazaya ilk götürdüğümüzü hatırlıyorum da annemler yüne umredelerdi galiba iftardan sonra benim kazağım yerine ayşenura hırka ve pantolon almıştık. Üstüne yeni cicileri giyip aynanın karşısına geçmişti. Sanırım 2 yaşındaydı. Hala gözümün önünde.
Bayramın 1. günü ablamlar incesuya annemlere gitmişler. Muhammedin başına benim önceki sene accessoriustan aldığım kasketi takmışlar. Herkes bayılmış. Berat ve hidayet bissürü resimlerini çekmişler. Ablam önce utandı aşağı inmek istemedi sonra baktı ki olmuyor aşağı inip oynadı dedi. Bizde ramazan bayramının 1. günü, kurban bayramının ise 2. günü keşkek daveti oluyor ve acayip kalabalık oluyor. 7 kazan keşkek yapılıyor. Gerçi bizim eve annemle babam yok diye ve ablam Muhammedi getirdi diye fazla kimse gelmemiş (çünkü halam herkese karşıya gidip de çocuğa enfeksiyon bulaştırmayın demiş).
Annemleri ramazanda muhammed için okunmuş 41 yasin, 1 tefrice ve ikimiz (muhammed ve ben) için okunmuş 1 hatimle umreye gönderdik. sağolsunlar yasinlere hb ve ak da yardım etti. annemin telefonunu yurt dışına açtırdım ama orada çekmemiş, neden anlamadım. benimkisi çekmişti. babam hepimizi tek tek aradı sağolsun. bir kere de arayıp bana kabeden ezan dinletti. Bayramdan sonra döndüler. Babam her zamanki gibi anneme alışverişe izin vermemiş. Babam yurt dışında alışverişe huyludur. Türkiyede her şey var deyip hiçbir şey almaya izin vermez. halbuki belki annem babamdan ayrı kadınlarla bir yerlere gider diye anneme samsunda riyal yaptırmıştım. hiç bir işine yaramamış.
Gelelim bugüne dünden biraz hazırlık yaptım akşam mehmetin arkadaşları gelecekler diye. Geç vakitte dağkapıya bana ip almaya gittik. İpçide sanırım olay olmuştu. Dışarıda polis falan vardı. İpi hemen alıp çıktık. Geri dönerken nebi camiine uğradık. Minaresindeki yazılarda Peygamber Efendimizden çok bahsediliyor diye bu adı almış. Eve geldik ve arkadaşları telefon açtılar gelmiyorlarmış. Fb nin maçı varmış onu seyredeceklermiş, biri de hastaymış. Kendileri bilirler deyip akşam yemeğini hazırlamaya ve mehmetten bilgisayarı almak için fırsat kollamaya başladım. Sonra tekrar telefon geldi ve geleceklerini söylediler. Geldiler ve şimdi içerdeler. Ben biraz yanlarında oturdum. Pasta böreklerini ikram ettim ve mutfağa gelip bilgisayar başına oturdum.

Friday, October 19, 2007

geçen hafta bilgisayara yine dekorasyonla ilgili birşeyler kopyalarken birden kapandı ve bir daha da açamadım. bayramın 1. günü mehmet hastanye gidip bilgisayar mühendisine yaptırmaya çalıştı. windows yüklenmiyormuş ve o da linux yüklemiş. biz ondan bişey anlamadık. sonra bilgisayarı 1. mehmetin yerine gelen ömer aldı. ama önce yapamamış. ilk yapan kişi trip yapmış, neden benden sonra başkasına veriyorsun vs diye. sonunda ömer yaptı ama bazı dosyalarım okunmuyor yada yok. msaüstündeki dokoraasyon adlı belgem (1 haftalık emek) okunmuyor. mehmet bir akşam ömeri eve davet edecek, o zaman halleder diye ümit ediyorum. bu arada bakıyorum da tek bir yorum bile yok. beni kimse merak etmemiş anlaşılan. hafta sonu misafirlerimiz olacak, her iki gün de. yani hafta sonum pasta, börek yaparak geçecek.

Friday, October 05, 2007

dışarda yemek

Cumartesi günü saat 4 ten sonra dışarı çıktık (aradan o kadar zaman geçti ki tarihi hatırlaıyorum. ramazanın sanırım ikinci hafta sonu). Hava çok sıcak değildi. dağkapıya yürüdük. Zaten bizim evin birkaç metre ötesinde. Benim en son görmeme göre biraz daha düzgündü. Yolu ve kaldırımları yapmışlar ama tamamını değil. Tam ulu caminin dibinde yol da kaldırım da bitiyor ve toz başlıyor. Burası çöl gibi. Evi bile silerken 2. kovada dahi çamurlu su gibi oluyor. Bir de dışarısı nasıl olur hayal etmek çok güç olmasa gerek. İlk defa geldiğimiz hafta ulu camiye gitmiştik ama önümüze sürekli çocuklar çıktığı için Mehmet beni bir daha götürmemişti.



avludan giriş kapısı

Nasıl olduysa bu sefer rahat rahat gezdik, çıkışa kadar bizi rahatsız eden olmadı. Çok güzel bir camii, mimarisi de bayağı farklı. (Anadolu 'nun en eski camisidir. 639 yılında Diyarbakır'a egemen olan Müslüman Araplar tarafından şehrin merkezindeki en büyük mabedin (Martoma Kilisesi) camiye çevrilmesiyle oluşturulmuştur. Daha sonra 1091 yılında Büyük Selçuklu Hükümdarı Melikşah'ın buyruğu ile büyük bir onarım gördüğünü, değişik dönemlerde birçok kez onarım ve eklentilerle bugünkü şeklini aldığını kitabelerinden öğrenmekteyiz.


giriş kapısının olduğu bina ve şadırvan

Erken İslam döneminin ünlü Şam Emeviye Cami'nin (benzerliklerden dolayı) Anadolu'ya yansıması olarak yorumlanan Diyarbakır Ulu Camii, İslam aleminin 5. Harem-i Şerifi olarak kabul edilmektedir. Ortadaki büyük avlunun doğu ve batısında yer alan maksureleri, güneyinde Hanefiler Cami'i, kuzeyindeki Şafiiler Camii ve Mesudiye Medresesi ve Caminin batı girişinin hemen yakınındaki Zinciriye Medresesi ile dinsel ve kültürel yapıları bir araya getiren bir yapılar grubu niteliğindedir. Bu yazıyı valiliğin sitesinden aldım.)


kapıdan girdiğinizde karşıda kalan yapı (batıda olan)

Caminin avlusunda insanlar daha doğrusu buralı erkekler duvar diplerinde oturmuş sohbet ediyorlardı. Caminin girişinde de bissürü erkek taburelerde oturmuşlar sohbet ediyorlardı.


yukarda resmi olan batıdaki medresenin altında sol köşede mahalleye açılan bu kapı var.


duvar dibinde oturup sohbet eden, dinlenen insanlar

Sanırım caminin yan tarafında çay ocağı vaya kahvehane gibi bişey vardı. Oturup çay vs mi içiyorlardı yoksa alışkanlıktan mı hep birlikte oturuyorlardı bilmiyorum. Caminin içi gayet sadeydi.


bizim içine girdiğimiz bölüm (güneyde kalan yapı)


bu da yukardan görünüşü (tabii ki resmi ben çekmedim) kırmızı otobüsün olduğu yer bahsettiğim toz toprak içinde olan yer. sol köşede ise biraz yeşil otlar içinde kalmış olan yer de yemek yediğimiz han

minarenin ayakları ve o kısımda oluşan boşluk çok belli olmasa da görünüyor

Camiden çıkınca diğer merak ettiğim yapıyı görmeye gittik. Dört ayaklı minare (diğer adı muallak (boşta, boşlukta demekmiş)) bayağı garip bir sokaktaydı. Orada, esme ile bir gün beyoğlunda (adı şu an aklıma gelmiyor) manzarası ile ünlü bir kafeden çıkınca arka sokaklardan hastaneye gelişimiz aklıma geldi. Hava kararmak üzereydi ve iki ev arasına ip gerilerek çamaşır asılmış o garip mahallelerden birinden geçmiştik. İkimiz o mahallede yürürken sanki uzaydan gelmiş gibi farklı gözüküyorduk. Orası da aynı öyleydi. Bayağı pis kokulu ve insanların garip garip baktığı bir yer. Yanındaki camiye girdik. Kasım padişah camii (akkoyunlu sultan kasım) yada mutahhar camii (şeyh mutahharın mezarı orada olduğu için) deniyor. Tavanları kilise gibi boyalı küçücük bir camii. Çok fazla resim çekmedim nasıl olsa bundan sonra tekrar geliriz diye. Ulu camiden dört ayaklı minareye giderken yolda baharatçılar vardı ve benim gözüm kuru patlıcanlarda kaldı ama o kadar toz toprak içinde ne kadar temizlesen de tam temiz olmaz herhalde. Daha sonra asıl gitmek istediğim buranın ünlü baharatçısının yerini öğrendim. Tam değil ama aşağı yukarı hangi sokakta olduğunu öğrendik. İftar vaktine daha vardı ve ne yapsak diye düşünürken ip satan bir mağaza gördük. ben 3 tane daha lif ipi aldım. Sonra iftar yapacağımız yere gidip oturmaya karar verdik.


oturduğum yerden çektiğim resim

Hasan paşı hanı yeni restore edilmiş ve yemek yediğimiz yer yeni açılmış. Burası kuyumcular çarşısı ve yakında bulunan başka bir çarşıda insanlar ticaret yaptıktan sonra konaklasınlar diye yapılmış.


iftar öncesi kadınlar çalışırken

Kapının girişindeki resimlerden önceden bayağı bir kötü durumda oluğunu anladık. Üst kata çıkmadık (dediğim gibi nasıl olsa tekrar geliriz mantığı var bende) ama bişey yok galiba.


bu da oturduğum yerden çekildi

Alt katta ise birkaç hediyelik eşya daha doğrusu kilim satan mağaza vardı. Bir tanesinin kapısında kocaman iki tane zeytin yeşili renkte küp duruyordu. Benim aklım en çok onlarda kaldı. eve geldikten birkaç gün sonra dahi ‘Mehmeet sence onların fiyatları ne kadardır’ dediğim oldu. Küp alma fikrine tabiî ki sıcak bakmıyor. Buradan onu nasıl taşıyacağız diyor bir de beni kandırmak için ben sana kapadokyadan alırım diyor. Ama bunların rengi öyle hoş ki bir daha böylesini nerede görürüm? Avluya birkaç masa atmışlar, yemekler dışardan geliyor, ev yemekleri. Burayı kadınlar işletiyor daha sonra öğrendim ki burada kadınlar için bir vakıf varmış, ka-mer vakfı. Bu vakıf burayı 5 yıllığına kiralamış. Kadınlar fazlasıyla tecrübesizdiler. Ezan okunduğunda hala yemekler dışardan gelmemişti. Ezan öncesi su, ekme, kaşık vs yi masalara yerleştirmeleri gerektiğini akıl edemiyorlar ve ezandan sonra gelen yemekleri servise mi hazırlasalar yoksa başka işlere mi koştursunlar şaşırıyorlar. Memnun etmek için ellerinden geleni yapıyorlar ama dediğim gibi işte. Ama biz hiç şikayetçi olmadık. Memnun etmek için uğraşılarını gülümseyerek seyrettik, en azından ben öyle yaptım. Halimden memnun etrafı seyreden bir tip durumundaydım. Sadece yemekler beni biraz şaşırttı. Pek sıcak bir şey yoktu. Hepsi meze tipi şeylerdi. Hepsi çok lezzetliydi karnımız da doydu ama bence sıcak başka yemekler eklemeliler. En başta içilen bir tek çorba ile olmuyor. Sonrasında tatlı olarak sütlaç yedik, ben güllaç tercih ederdim ama yoktu. Savoyun güllacının o kadar özledim ki. Sütlacı da kendi yaptığım kadar beğenmedim. Cumartesi akşamları saat 7 den sonra fasıl oluyor. İki genç bayan ney ve tambur çaldılar ve şarkılar söylediler. Çok güzeldi. başka bir akşam çay içmek için gelmeye karar verdik ama pek zannetmiyorum. Çünkü yemek sonrası bize ağırlık çöküyor ve bir de bizim çayımız daha güzel (kaçak çay içiliyor). Eve dönerken hava biraz daha serinlemişti. O ılık havada yürümek çok hoşumuza gitti. Eve gelince hemen önceki lifi bırakıp yeni iplerimle yeni bir tane başladım.

Wednesday, October 03, 2007

Yazmayalı hangi ayda hangi günde olduğumuzu bile bilmiyorum. Son günlerde yapacak fazla bir şey bulamadığım için canım çok sıkılıyor. Aslında geçen yazımda bahsettiğim gibi örgü örüyorum ama battaniye değil. Motifi çıkaramadım ben de battaniyeden vazgeçtim. Biraz da maymun iştahlı olduğum için küçük parçalar yapmak daha mantıklı olur diye düşündüm. İşimle o kadar meşgulüm ki, gece yatınca ev hayalleri yerine başka nasıl örnek yapabilirim diye düşünüyorum. Gece düşünüyorum diye işe yarar bişeyler değil. Tutak yapıyorum, sıcak tencere vs’yi tutmak için. Eskilerde olduğu gibi iki parça değil de tek ve büyük bir parça olarak yapıyorum. 3-4 tane yaptım. her bitirdiğim parçada hepsini çıkarıp yan yana koyup bakıyorum. Sanki çok büyük bir iş becermişim gibi acayip mutlu oluyorum. Geçende Mehmet eve geldiğinde benim yine canım sıkılıyordu ve birlikte ip aldığımız yerden bana 2 tane yeni ip alsaydın belki biraz moralim yerine gelebilirdi dedim. Artık aynı renklerle örmek de çok eğlenceli gelmemeye başladı. Saçörgüsü örmeyi bilmiyordum, nette öyle güzel tarif etmişler ki hemen öğrendim. Ya bu internet ne harika bir şey. Bir de ponpon yapmayı öğrendim. Öyle güzel oldular ki, Mehmet benimle netten amma da güzel şeyler öğreniyorsun diye dalga bile geçmeye başladı. Bir de nohut örneğini öğrenmeye çalıştım ama öğrenemedim. Biraz zor gibi geldi. Gündüzleri derya baykalın programını seyrediyorum. Bazen işe yarar şeyler de söylüyorlar. Bir şeyler öğrendiğim oluyor. Mehmet bu hafta icapçı ve çok yoğun geçiyor. Sürekli evde olmak beni biraz sıktı. Burada ramazandan hiç hoşlanmadım. Bir an önce geçse de spora gitsem diyorum. Bu arada canımı sıkan diğer bir şey de ramazanın bana çok yaramış olması. Kilo aldım. Dün Mehmet annesine de kilo aldığımı söyledi, o da bana ‘kızım sen ona bakma, sen geç kalkıyorsun, ondan daha çok uyuyorsun diye seni kıskanıyor’ dedi. Biraz haklı da. Her sabah uykum var diyerek gidiyor.
Mehmet bir haftadır ağabeylerini aramıyordu. Benim arasana ısrarlarımla nihayet aradı. Biz görüşmeyeli küçük abisi büyük abisinin (kuzucuk) apartmanının en üst katına taşınmış. Terası varmış ve çok güzel haliç manzarası varmış. Annem için kolaylık olacak, bakacağı iki çocuk da aynı apartmanda.
Gelelim muhammede; son haftalarda çok hastaydı. Çok ateşli ve çok bulantılı kusmalı günler geçirdi. Ablam bayağı endişelendi. Ama şükür bu hafta daha iyi, eve çıktı. Halsizliği biraz daha geçmiş. Ama yaramaz Beyazıt Muhammedi rahat bırakmıyormuş. Çocukla boğuşmak istiyormuş (eski günlerdeki gibi), yatağına oturmak istiyormuş, hatta ablam gıcıklığına tükürdüğünü bile söyledi. Sonunda ayşenurdan (Ayşenur o yüzden karşı dairede oturan babaannesinde kalıyormuş) grip beyazıta ondan da muhammede geçmiş. Şimdilik evde. Doktordan Cuma günü evde olmak için söz almış. Çünkü doğum günü 11 inden gün alacak. 5 gün sonra da ayşenurun doğum günü.
Annemler cumartesi günü umreye gidiyorlar. Bugünlere hazırlık yapıyor. Yalnız hazırlık yaparken ya çamaşır makinesi yada ütüsü bozuluyor. Annemin, babamı umreye gitmeye ikna için uyguladığı yöntemi belki sonra yazarım.
Canım sıkan konulardan biri de kitapları önüme yığmama rağmen bir sayfa dahi okumamış olmam. Tek okuduğum Kuran, o da annemler gidene kadar bitirmek istediğim için. Son iki cüzüm kaldı. burada bulunduğum zaman içinde işe yarar tek şey bu oldu zaten. İlk hatimimi yapmış olacağım.
header'ımı ak ile istanbulda vapura bindiğimizde çekmiştim. bu binanın resmini istanbulda kızlarla çengelköye gittiğimizde çekmiştim. bu bina hatta 'lar' demeliyim çünkü tek bina değil (ben öyle hatırlıyorum). her zaman çok hoşuma giderdi. en son gördüğümde yani kızlarla gezintimizde ilk defa kapısının açık olduğunu ve içini gördüm. içindeki tulip armchairlerin (linkte sandlyeler var ama asıl masa olmasının sebebi benim o masayı mutfağa almayı çok istemem.zaten sandalyeleri de o nedenle tanıyorum.ben sandalyelerle ilgilenmiyorum. zaten o fiyatla nasıl ilgilenebilirim? hazır link vermeyi öğrenmişken işte benim almayı düşündüğüm sandalyeler) fazlalığı dikkatimi çekmişti (şehrazatın bürosundaki beyaz sandalyeler). sanırım giriş kapısında evliyaoğlumimarlık yazan yerde de fil mimarlık yazıyordu. dizide o binayı ve içini de iyice görünce çektiğim bu resmi de kullanayım dedim.
Not: alttaki yazılara resim eklendi.