Monday, August 18, 2008

tokat ballıca mağarası,zile

temmuzun sonunda iş sonrası evde hummalı bir çalışma beni bekliyordu. çünkü ev dağınık ve yapılacak bissürü ütü ve de tatil için henüz hazırlanmamış bir valiz vardı. hatta kandil günü dahi ben tv karşısında ütü yapmakla meşguldüm. bu arada da biraz sinirliydim. neden bu kadar iş yapmak zorundayım? neden tek başıma yapıyorum? gibi sebeplerle. ben böyle çok sinirli olduğum ve de işleri yetiştiremediğimde genelde mehmet de yardımcı olur ama her seferinde onun yaptığı işin üstünden bir kez de benim gitmem gerekir. neyse bu kadar işimin olmasının nedeni, bayram beyin bize gelecek olması ve daha sonra da gideceğimiz yozgat tatili sonrası mehmetin annesinin, babasının ve kuzucuğun ailesinin bizimle birlikte evimize gelme ihtimali olması. aslında sinirlenmeme rağmen davet eden de benim.
30 temmuz çarşamba günü bayram bey uçakla samsuna geldi ve mehmet gidip onu alandan aldı. bayram beyin evde olduğu sürece yani 3 gün, hiç yemek yapmadım. akşam yemeklerini dışarıda yedik. misafirimiz için sabah kahvaltısını ise sabah erkenden kalkıp, gözleme de dahil olmak üzere hazırladım.
ilk gün bolamana gidip balık yedik. bayram bey daha önce yediği için sadece çay içti. bolamandan sanırım daha önce bahsetmiştim, çok güzel bir yer.

dalgalar oturduğumuz masanın neredeyse ayaklarına kadar geliyor. bazen öyle dalgalar oluyor ki her an insana ıslanacakmış hissi veriyor. orada oturmak insanı çok dinlendiriyor. perşembe günü iş çıkışı ordu'ya gittik. boztepeye çıktık.

karnımız çok aç olduğu için oradaki iki tesisten birinde yemek yedik. yemek boyunca mehmet bu et kokuyor deyip durdu. yemek de kapalı oturduğumuz bölüm de hiç güzel değildi. mehmetin bayağı bir geç olarak turan'ın sakın boztepede yemek yemeyin dediği aklına geldi. boztepenin sadece manzarası güzel, o kadar. bir de kendi malzemeni götürürsen piknik yapılabiliyor.
aslında orduda güzel yemekleri olan bir restaurant varmış adı şu an aklıma gelmiyor. ama mehmet karnımız çok aç diye boztepede yiyelim demiş. (aşağıdaki resimdeki dağ tamamen yeşil gözüküyor. o yeşilliğin tamamı fındık. burada dağ, tepe fındık, nasıl topluyorlar bilinmez)

orduda bir de hünkar var, fatsadaki gibi. boztepeden aşağı inmek için başka bir yolu kullandık.

manzarası daha güzeldi ve görmek istediğim kiliseye iniyordu ama biraz sakindi ve bir daha bu yolu kullanmama kararı aldık.
orduda, fatsada ve ünyede eskilerden kalma evler var. orduda da bu evlerden bir kaç tane kilise civarında var. hatta daha sonra biraz daha ilerisinde (fatsa tarafında) iki tane birbirinin aynı evi restore edip otel olarak kullandıklarını gördüm.

taşbaşı kilisesi'ni sadece dışardan görebildik. netten kilise hakkında bulduğum ise;

biz gittiğimizde kapatıyorlardı.

aslında orduya gitmişken kelebek mobilyadan mutfak masamızı alacaktık ama kelebek mobilyayı bulamadık. migrosa gidip (güya alışveriş merkezi), marketten birşeyler aldık ve sonra da sahile gidip, orada indiğimiz boztepeyi ve o gün acayip dalgalı olan denizi seyrettik.

dönüş yolunda çotanak isimli mağazaya uğradık ve taze fındık, kavrulmuş fındık ve fındık yağı aldık.
akşam evde ordudan aldığımız mısırları düdüklü tencerede pişirdim ve ilk defa düdüklü tenceremi doğru şekilde kullanabildim, hızlı ve harika pişirdi. cuma günü onlar akşam dolunaya gittiler. ben işlerim olduğu için evde kaldım. bu arada geçici görevimin erteleme işi olmamış çünkü yol yapılmış (sözde). cuma günü geç yattık.
cumartesi günü saat 7 de kalkarız diyorken yarım saat gecikme ile kalktık. valizleri aşağı indirip, kapımızı bacamızı kilitleyip arabaya bindik. önce dolunaydaki çamlığa gidip orada kahvaltımızı yaptık. çamlıkta kahvaltı hem ucuz hem de 2 kişilik kahvaltıyla 3 kişi doyuyor. kahvaltının içinde kocaman bir tava melemen, patates kızartması, peynirli omlet, yağ, bal, peynir, zeytin, domates, salatalık, mis gibi taptaze pide, kızarmış sucuk, sosis, salam ve hepsi bir kişi için 10 ytl. ama dediğim gibi 1 kişilik olanla 2 kişi çok iyi bir şekilde doyuyor. bu kadar ayrıntılı yazdım çünkü samsunda hiç bir yerde bu kadar güzel kahvaltı görmedim.
kahvaltı sonrası ekşi mayalı ekmek alalım dedik ama karadeni fırınını bir türlü bulamadık. sonra başk bir fırından aldık ama aldığımız ekşi mayalı ekmek değil, normal trabzon ekmeğiymiş. fırın arama yüzünden planladığımızdan yarım saat daha geç olarak fatsadan çıktık.
arabada ben arkada oturdum ve uzun zamandır okuyamadığım, hbg'den aldığım maeve binchy'nin kitabı scarlet feather'ı okudum. tabii sürekli okuyamadım çünkü mehmet arada hanımm napıyorsun? hanımm neden etrafını seyretmiyorsun? deyip durdu. mehmet bana ailesinin yanında hanımm yada hanımcımm nerdesin? diye seslenir. kendi ailemin yanında ise ismimle.
ordunun sahilden içerde kalan ilçelerinde yol alırken hava tamamen soğudu.

kimi zaman sis içinde kaldık. sanki karakışta gibiydik. bazı yerlerde insanlar kaban, ceket giyinmişti.
sık sık inip resim çekindik. niksar yakınında bir çeşme başında inip önce su, sonra da termostaki çayı içtik. geçen sefer (temmuz başında yozgata mehmetle 3 günlüğüne gittik. bize çok iyi gelmişti, değişiklik olmuştu. perşembe iş çıkışı yola çıktığımız için biraz hızlı ve hiç durmadan yolculuk etmiştik. o dönemde bilgisayar çöktüğü için yazamamıştım.)

geçerken duramadığımız için resim çekinemediğimiz soy ismimizle aynı köyün tabelasının önünde bu sefer durup resim çekindik.

niksara uğrayıp bir kaç resim çektik. sonra tokata gittik. asıl hedefimiz ballıca mağarası olduğu için ve kapanış saatini de bilmediğimiz için tokatta sadece şöyle bir tur attık.
yolda mehmetle her zaman yaptığımız gibi yol üstü satıcılarından durup bir şeyler aldık. ordu sınırları içinde evlerinin önünde hamile gelin, kayınvalide, şirin mi şirin torun, komşular, (yanda fındık bahçeleri) oturmuş, sohbet eden, oya yapan, ayaklarında çorap olmayan (yani tamamen ev giysileri ile sabah sohbeti yapan) kadınlardan taze fındık aldık. daha sonra yediğimizde mehmet çotanaktan aldığımız fındığa göre bunun daha güzel olduğunu söyledi.

bir de tokat'ta önceki günlerde ordudan aldığımız mısır yetmez diye 23 tane daha mısır aldık. orduda bahçenin dibinden aldığımız şeftali,elma ve armutları ise hemen orada olan hortumda yıkayıp yemeye başladık. (bizim aldığımız mısırlar yanda, pek görünmüyorlar)
ballıca mağarasından önce yol üstünde mahperi hatun kervansarayının önünden geçtik ama

mağara sonrası buraya gelip yemek yeriz diye düşündük. mağara pazar ilçesinden 8 km uzaklıkta.
yukarı doğru çıkarken öyle muhteşem bir ova manzarası var ki anlatamam, turhal kaz ovası. mağaradan aşağı inerken bir kaç yerde durup resim çekindik.

ballıca mağarası kültür bakanlığına bağlı değil, valiliğe bağlı. kapıda bir adam görevli, bilet kesiyor. ama giriş kapısında hiç kontrol yok. adam göz ucuyla kapıyı nasıl kontrol ediyor bilmiyorum.
mağaranın içinde sürekli kameralar olduğundan bahsediyor ama o kameraları kim kontrol eder bilmiyorum çünkü mağaranın içinde 1 tane bile görevli yok. mehmetler biz evlenmeden önce (esme ile malezya-tayland'a gittiğimiz yaz) alanyadaki dim mağarasına gitmişler, orasının bunun yanında bayağı küçük olduğunu söyledi. eski zamanlarda bu mağarada eşkiyalar yaşıyormuş. içerde bissürü ceset bulunmuş.
bu resmi de buradan buldum. mağara hakkında ayrıntılı bilgi de yazıyor. mağara keşfedildikten sonra (1995 yılında keşfedilmiş) tabii ki içinde bayağı bir kazı yapılarak genişletilmiş. mağaranın girişinde yazdığına göre bu mağara için 600 bin dolar harcanmış. o zamanki vali mehmet özgün bu paranın tokat halkının parası olduğundan bahsediyor ve 'tartışılamaz, insanlık için helal olsun' diyor.
mağaranın içi gayet serin. aşağı doğru sürekli merdivenle inildiği (aşağıda yukarı çıkılan bir bölüm de var) için daha sonraki günlerde insanın bacakları bayağı ağrıyor.

mağaranın bir bölümü çok karanlık ve o bölümde çok kötü bir koku var. gölgeler şeklinde havada uçuşan canlıları görüyorsun, yarasalar. o kokulu ve ürkütücü bölümden uzaklaşmakla yarasalardan uzaklaşmış olmuyorsunuz, zaman zaman karanlıkta kalan yerlerde yine yarasalar uçuşuyordu. tabii bu durumda insanın ya yüzüme yapışırsa diye ödü kopuyor. mağara bayağı güzeldi, çok da kalabalık değildi, içerde bir kaç aile vardı.

bizim insanımızın sık sık yaptığı gibi burada da duvarlara kalpler çizilmiş, isimler yazılmış. biz de mağarada yasak olan birşey yaptık. bayram bey sürekli resmimizi çek deyip durdu. yasak dememe pek aldırış etmedi. ısrarına fazla dayanamadım ve mehmetin ve onun resimlerini çektim. ne yani onların resmini çekeceğim de buraya koymak için çekmeyecek miyim? ben ne yapayım onlar da içeriye görevli koysalardı (benim için değil, bayram bey için).
yukardaki resimde de yorgun bir şekilde mağaradan çıkan insanlar görülüyor. bu mağara gerçekten çok güzel, yolu buralara düşenlere tavsiye ederim. nette bunu buldum. harika birşey siz de mağarayı gezmiş gibi olacaksınız, sanal olarak.
bu resim de mağaraya ulaşmak için arabayla çıkılması gereken yol.
mağara sonrası dediğim kervasaraya gittik. burası restaurant, cafe olarak kullanılan bir yer. nette mağara hakkında birşeyler ararken burada kervansarayın restore edilmeden önce çekilmiş resimlerini buldum.
yemek yeme umuduyla gidip oturduğumuz masada servis alamayacağımızı çünkü bir kaç saat sonra orada bir düğün olacağını öğrendik.
masadan aç aç kalktık (mehmet daha sonra iyiki de yememeişiz, hiç de temize benzemiyordu dedi) ve yola devam ettik. yolun geri kalan kısmında yemek yiyecek bir yer olmadığı için ve bendeniz evi toparlamaya uğraşıp yol için pasta, börek bir şey yapmadığım için, trabzon ekmeğini yedik. eve varana kadar yarısı bitmişti. yanımıza hazır çorba almıştım ama yozgata vardığımızda aklıma geldi.
bundan sonra yolda ayçiçek tarlaları ve leylek resimleri çektim. geçen sefer yozgata giderken tokat ayçiçek tarlaları sapsarı görünüyordu.

hepsi tek tarafa (güneşe) dönmüş, sanki ibadet eder gibi yada bir konuşmacıyı dinleyen insanlar gibi. normalde mehmet muhakkak durur, resim çekmemi beklerdi ama vaktimiz az olduğu için ben de duralım demedim, o da durmadı.
(bu resimler de ilk yozgat gezisinden, aslında fotoğraf makinesi iyi çekiyor ama ben özelliklerini hiç bir zaman okumadığım için, hareket halinde hangi modda olması gerektiğini bilmiyorum).

(resim hareket halindeyken çekildi, yani ilk yozgat gezisinden)
ama öyle muhteşemdi ki, tokatta tarlaların çoğunluğu ya ayçiçek tarlası yada beyaz iplerle yukarıya tutturulmuş domates tarlaları.

bir de kayınvalidemden öğrendiğime göre tokatta çok fazla kuru fasülye yetiştiriliyormuş. gelelim leyleklere, mehmetle tüm yaz boyu nereye gitsek (samsun yolu, terme, çarşamba ve yozgat yolu) leylekleri takip ettik. havada mı uçuyor?

yavrusunu mu besliyor? nereye yuva yapmış? ilginç bir yere yuva yaptıysa benim ufak çapta çığlıklarımla mehmeti de o yöne bakmaya zorlarım. en ilginç gördüğümüz leylek manzarasını maalesef geçen seferki yozgat gezimizde gördük ve resmini çekemedik. ballıca mağarasınından sonraki yol üstünde bir yer var ki dar bir yol, ıssız ve her iki taraf kavak ağaçları ile dolu. bazı yerlerde etraf hiç görünmüyor ve sonrasında telefon direkleri farkediliyor (telefon direği olduğunu mehmet söyledi), etrafta başka hiç bir şey yok. üç tane peşpeşe direğin tepesinde tek ayakları üstünde duran iç tane leylek, öyle güzel görünüyorlardı ki. bu sefer geçerken büyük bir hevesle yine baktık ama orada değillerdi.

ayçiçeği tarlalarına gelince onlar da sarı renklerini kaybetmiş, olgunlaşmış, toplanılmayı bekliyorlardı. biz de tarlalara dikkatlice baktık belki sahibini görürüz de satın alırız diye umduk ama olmadı.
sonra zile'ye geldik. önceleri zile ticaret merkeziymiş, büyük bir şehirmiş. mehmetin amcalarından biri de sanırım buraya göçmüş.

mehmetler küçükken babaları da iş için zile'ye gidermiş ve mehmetle bayram bey sürekli babalarıyla birlikte gitmek isterlermiş. ama babaları genelde onları bırakıp kaçmayı tercih edermiş. kendi aralarında da zile için kavga ederlermiş.

o yüzden de ikisi için zile'nin bir anlamı var. bir sefer sanırım 4 yaşlarındayken sabah babalarının sesini duymuşlar, yine onları bırakıp evden çıkmış. bunlar da peşinden pijamaları üzerlerinde, ellerinde kıyafetleri ve ayakkabıları, traktöre atlamışlar.

zile bizi gerçekten çok şaşırttı.
önce büyük güzel bir cami gördük, ulu camii imiş. karşında zile itfaiyesi. bir kaç resim çektim, sonra ilerdeki evleri görünce onlara doğru yürüdük.

ama yürümeye vaktimiz yoktu ve her yer eski evlerle doluydu bu yüzden arabayla gezindik demek daha doğru olacak.
buradaki evler safranbolu yada beypazarında olduğu gibi otel, restaurant olarak kullanılmıyor, genelde hepsinde insanlar yaşıyor. bir kısmı ise metruk.
ama öyle muhteşemler ki bence burası restore edilse safranbolu ve beypazarına bin basar. bir de diğer iki ilçede ev sayısı çok azken burası tamamen bu evlerle dolu. sadece bakımsızlar. sanırım seneye tekrar gideceğiz, sinan beyle birlikte.

o zaman mahalleler içinde istediğimiz gibi dolaşırız da. her mahallede güzel bir cami vardı.

iki tane de hamam gördük.

bir de zile'nin kalesi var, kaleye de çıktık, insanlar burada piknik yapıyorlar. tepede olduğu için evlerin çatıları güzel görünüyor.

kalenin içinde eski lahit taşları ve çeşitli taşlar var.

buranın asıl ünü sezardan geliyormuş. zamanında sezar burada bir savaş kazanmış ve 'veni, vidi, vici' 'geldim, gördüm, yendim' demiş ve bir taş üzerine bu söz yazılmış.

oradaki üstü yazılı taşı biz bu önlü taş sandık ve resmini çektik. daha sonra netten baktığımızda gördük ki taş çoktan çalınmış.
bu da netten; Tarihi kral yolu üzerinde bulunan Zile'de tarihin en büyük muharebelerinden biri cereyan eder. Roma diktatörlerinden Sezar, II. Pharneke ile Zile ovasında M.Ö. 47 yılında yaptığı savaşı kazanır ve Roma'lı dostuna tarihteki en kısa mektubu veciz bir ifadeyle Zile'den gönderir. VENI ' VIDI ' VICI (GELDIM ' GORDUM ' YENDİM).

zile'de bol bol mehmetle bayram beyin resimlerini çektim. yolun geri kalan kısmında ilginç bir şey yoktu. hava kararana kadar kitabı okumaya devam ettim. eve vardığımızda saat 21 civarıydı. ayşe ablanın bizi bekleyen çocukları çubuk kraker ve emre (emrah'tan yine vazgeçtim) bizi görünce çok sevindiler. kucaklaşma faslından sonra hemen yemek yedik. ve akşam sohbetle geçti. çok geç olmadan da yattık. gece 12 civarında çocuk sesleri ile uyandık. kuzucuk ve ekibi her zamanki gibi geç vakitte eve giriş yapabilmişlerdi. mehmet abisinin yola geç çıkmasına (istanbuldan saat 16'da çıkmışlar) ve sonra da eve çok geç gelip (bazen sabah namazında) milleti rahatsız etmesine sinir oluyor. hatta sürekli ona bunu belirtecek iğneleyici laflar da söylüyor (hatta bazen ben utanıyorum) ama huylu huyundan vazgeçmez, öyle değil mi? gece ben kısa bir uyanmanın ardından uyumaya devam ettim ama mehmetin uykusu kaçmış ve uzun zaman uyuyamamış. tabii uyuyamadıkça daha çok sinir olmuştur.

evet bu yazı ve yozgat tatili ve de mobilyalarımızı alma serüvenimiz dün hastanedeki ilk nöbetimde yazıldı ama resimleri yerleştirmek o kadar vakit alıyor ki diğerleri ne zaman gelir bilemiyorum. bir de çarşamba günü kuzucuk ve ailesi ve mehmetin anne babası bize geliyorlar. yani yapacak çok işim var.

5 comments:

Anonymous said...

resimler niye vakit aliyor? eger kullanmiyorsan -ki vakit aliyor dedigine gor ekullanmiyorsun- picasa kullansana rahat edersin.

nerminn said...

zaten picasa kullanıyorum.

Anonymous said...

Merhaba canım,

Seni okumayı özlemiştim. Bir solukta okudum. Ne güzel yazmışsın yine. Bu kadar ayrıntıyı nasıl aklında tutuyorsun. MaşaAllah.
Tatildeyim. Blogunun güncellediğini görünce çok sevindim.
Kayınvalidenler geldiğinde yapacak işlerin için kolaylıklar dilerim.

Nurten

Anonymous said...

pardon canım yaa. Tatildeydim diye yazacaktım. Hızlı yazınca böyle oldu.

nerminn said...

merhaba nurten senden haber almak ne güzel. tatildeki yaptıklarını maille anlatırsan seviniim. tabii misafirler yüzünden hemen cevap yazamam. iyi dileklerin için de teşekkürler.