Tuesday, June 19, 2007

14-15 haziran

Perşembe günü sabah erken kalktım. Beyazıt, Ayşenur, babam ve annemle kahvaltı yaptım. babam veda edip işe gitti, Ayşenur tv karşısına, annem ve Beyazıt ise bahçeye. Hazırlandım ve aşağıda herkesle vedalaşıp, zeynep’in arkamdan döktüğü 1 bardak su eşliğinde hastaneye doğru yola çıktım. Kahvaltıda fazla bir şey yemediğim için ablamın hazırladığı öğle yemeğini Muhammed yerine ben yedim. Biraz ilaçların verdiği iştahsızlık, biraz da mızmızlık yüzünden Muhammed yemek yemek istemedi. Halen de öyle, ne zaman arasam ablam ona yemek yedirmeye uğraşıyor.
Muhammed Cuma günü karnesini almaya okula 1 saatliğin gitmek için doktordan izin aldı ama biz arkadaşlarının vereceği tepkiden çekindiğimiz için çok da fazla gitmesini istemiyorduk. Ona maskesi ile gitmesi gerektiğini anlattım. ‘ yaaa takmak istemiyorum. Anne yaa ‘ vs dedi. Ona bizim o hasta olmasın diye maske taktığımızı, ama dışarıda çok fazla insan olduğu için hepsine maske taktıramayacağımızı ve bu sebeple de onun hastalık kapmaması için muhakkak maske takması gerektiğini anlattım. Onda bulaşıcı bir hastalık olmadığını, öyle olsa doktorların onu dışarı bırakmayacağını, maskeyi sadece kendisini koruması gerektiği için takması gerektiğini, insanların bilmedikleri için garip bakabileceklerini, o durumda kafasına takmaması gerektiğini anlattım. Akşam da amcası okula karne almaya gitmemesini söylemiş. Muhammed onu odadan kovmuş ve ağlamış. ‘anne ben sadece karnemi almaya gitmek istiyorum, ama siz anlattıklarınızla beni korkutuyorsunuz’ demiş. Ablam bunları söyleyince hatamı yaptım diye düşünüp çok üzüldüm. Konuşmalarım bununla bitmedi. Hastaneden çıkınca tedavisinin bitmeyeceğini, evde de tedaviye devam edileceğini, bazen hastaneye gelip tedavi olması gerektiğini ama bu tedaviden sonra tamamen iyileşeceğini ve kimsenin ona karışmadan koşup oynayacağını artık steroidlerini de kullanmayacağını söyledim. Sadece dinledi. O küçücük kafası neleri anladı bilmiyorum.
O gün asistanlardan biri gelip ablamla konuşmuş, siz de maske takarsanız o kendini daha iyi hisseder demiş. Ben de kaç kişi giderlerse hepsinin maske takmasının iyi fikir olacağını söyledim. En son böyle bir karar almıştık. Ama hiç gerek kalmadı çünkü ogün yapılan tetkiklerde muhammedin trombositleri 6000 gelmiş normalde 140 binle 440 bin arasında olması gerekiyor. Doktoru ayakkabısını giyerken bile kanama olabileceğini söylemiş. Bu değer o kadar düşük ki kendiliğinden beyinde yada vücudun başka bir yerinde kanama meydana gelebilir. Kemoterapatik ilaçlar olgunlaşmamış hücreleri tahrip etmesi gerekirken vucudun normal hücrelerin de zarar veriyor. Daha önce kan verilmişti hb’i çok düştüğü için o gün de acilen tombosit verilmiş. O gün Muhammed çok ağlamış, okula gidemeyeceği için. ‘ neden sanki bu tahlili daha önceden yapmamışlar’ diyormuş. Ertesi günü beni aradığında sesi çok neşeliydi. Öğretmeni karnesini getirmiş, hepsi beşmiş ve takdir almış. Daha önceden ‘teyze karnemi alınca ilk seni arayacağım’ dediği üzere beni aramış. Onun sesini böyle duymak öyle güzel ki!
2 saat kadar onların yanında kaldıktan sonra muhammedle birlikte 2 resim çekinip, öpmeden dışarıda ise gözlerim dolu dolu ablamla birbirimizi teselli ederek onlardan ayrıldım (daha çok da o beni teselli etti ‘ biz ne günler atlattık, bunları da atlatacağız İnşallah’ dedi. Haklı da). Önce berata sonra da hidayete uğradım. Arabayı orada bırakıp birlikte havaalanına gittik. Uçak sonrası metroyla eve gidip eşyaları bırakıp hemen taksi ile nişantaşına gittim. Randevuma zamanında gittim ama onlar beni bayağı beklettiler. Sinirlendim tabii ki zaten istanbulda sayılı saatim var. Sonra cevahire gittim. Yemekte bizim uzman neşe hanım ve kızı ile karşılaştık. Neşe hanım çok şaşırdı. Yemeği birlikte yedik, sohbet ettik. Servisten haberler verdi. Evini kiraya vermiş (eski eşi ile altlı üstlü otururuyorlardı, geçen yıl boşandılar) ve hisarüstüne taşınmış. Mehmeti ve daha ne kadar tatil yapacağımı, neden çalışmadığımı sordu. Bu sohbet de zamanımı aldı. Yemek sonrası hızlı bir tur attım. Mehmete feneriumdan 100. yıl forması baktım. Mehmet her hafta arkadaşlarıyla maça gidiyor ve biliyorum ki o bu kadar para verip de kendine forma almaz. Ben 2 taraflı formalardan almak istiyordum bir tarafında şu yeni gelen futbolcunun adı diğer tarafında ise mehmetin adı yazsın istiyordum. Meğer o formaları kumaşı özelmiş ve isim yazılsa bir yıkamada gidermiş. Daha sonra mehmete anlattığımda iyi ki almamışsın sırtımda elin adamının ismi ile gezmezdim dedi. Biraz daha dolaştım ama ‘W’ dan bir tişörtten başka bir alternatif bulamadım. O mağazada ayakkabı da baktım ama koyu kahvesi olmadığı için almadım. Mehmet haftasonu dışarı çıkarken ayakkabılarını alırken bana bir ayakkabı daha lazım dedi ve ben de ona ayakkabı alacağımı ama vazgeçtiğimi söyledim. Benim onun için bu kadar şey düşünmem hoşuna gitti.
Cevahirde kendime bir ayakkabı dahi bakamadan mehmetin dediği vakit dolduğu için apar topar eve gittim.
Cuma günü evi toparlayıp eminönüne gittim. Sınırlı saatte gezmek hiç eğlenceli değilmiş. Ne tarafa koşturacağımı şaşırdım. Yapmak istediğim bazı işler kaldı. önce sürekli gidip gelip baktığım yemek takımının resmini çektim ve adını bir kağıda yazdırdım (eğer kışın almak isteyince kalamazsa siparişle getirsinler diye) sarılgana gidip her zamanki gibi kepçelere baktım. Pasatacıda gördüğüm fermo ve nüansa gideyim dedim. Nüans meğer benim ilk kelepçeli kek kalımı aldığım yermiş. Hb ile de gitmiştik. Fermoyu ise bulamadım. Kuaför malzemeleri satan bir mağazadan bir şeyler aldım. Kürkçü hana gidip lif için makine orlonu aldım. Seyhan teyzeye gidip annemin yarım kalan banyo paspasının ipinden aldım ve kendime de turkuaz bir ip beğendim. İp az olduğu için yakın bir renkle ebruli yaptık. Nerde oturuyorsun vs diye konuşurken oturduğumuz şehirden biraz konuştuk.çok gelmiş buralara. Neden lojmanda oturmuyorsunuz diye sordu. Bizim lojman hakkımız yok, zaten olsa da beni kapısından içeri sokmazlar dedim. Tam ondan bekleneceği şekilde sadece benim duyabileceğim bir ses tonunda küfürler etti.
İpleri aldıktan sonra mehmete her zaman iç çamaşırı aldığım mağazayı birkaç arayı birkaç kez geçmekle zorla buldum. Meğer vitrini değiştirmişler ve binada da tadilat varmış. Eve gelince valizleri tekrar gözden geçirdim. Küçük bir koli hazırladım ve içine buzluktaki kurban etlerinden koydum. Et, kıyma, mehmetle birlikte yaptığımız kavurma, bulyonlar, antepten ablama gelen ve onunda bana verdiği acı biber salçası ve defne yapraklarım. Taksi ile zorla havaalanına inince gülsunla karşılaştım, ayak üstü sohbet ettik. Fazla bir şey sormadım çünkü kızlardan duyduğuma göre hayatını çocuklarına endekslemiş ve başka hiçbir şey yapmıyormuş. Eşi ankaraya gidecekmiş de onu yolcu etmeye gelmiş. Benden beklenmeyecek şekilde fazla konuşmadan içeri girdim çünkü o an aklımdaki tek şey yük sınırını geçip geçmeyeceğimdi. Yük sınırını geçmedim ama kolim elden gitti. Bilet işlemleri sırasında içinde ne olduğunu sordular (salak kafam diyorum) et var dedim. Nasıl dediler düşündüm nasıl desem diye ve donmuş dedim (ablama anlatınca ‘ nasıl tercih edersiniz diye sorsaydın ya’ dedi) alamazlarmış, yasakmış. Ya benim kimsem yok burada mı bırakayım dedim. Laf anlatamadım. Ben de işeri sokarım dedim. O da yasakmış. Kim engel olacak dedim? (bir kez daha salak kafam diyorum, bari içinden geçeni söyleme) alanda elimde 4 parça ile zorla hareket ettim ve tam alandan çıkacağım elinizdeki kolide ne var? Sizi uyarmışlar ama bırakmamışsınız vs geyikleri. Sinir oldum ki hem de ne sinir. O koliyi ne kadar taşıdığıma en çok yandım. Uçağa binidiğimde birisi bana bir laf desin de bütün sinirimi ondan çıkarayım dedim ama olmadı. Yanıma sesiz sakin genç bir çocuk oturdu. Yolculuk fena geçmedi. Orhan pamukun bir türlü bitiremediğim kitabını okudum. İndiğimde venüsü gördüm ve muhammede karın ağrısını unutturmak için yıldızları gösterdiğim akşam aklıma geldi. Sanırım ayşenurun mezuniyet töreninin olduğu akşamdı.
mehmeti aradım ve gelip beni aldı. O akşamdan, evde bir şey olmadığı için mehmetin aldığı hamburgeri yediğimi, tv seyrettiğimizi ve bir de hava çoook sıcak olduğu için bütün gece boyunca sağa sola döndüğümü hatırlıyorum.

No comments: