Thursday, January 29, 2009

son okuduklarım

burada çalışmaya başladığımdan beri çok daha fazla kitap okumaya başladım. normalde her sene 14 kitap okuyordum. bu sene ise sanırım yarım yılda 9 kitap.
gelelim kitaplara; aslında daha önceki kitaplardan önce (daha doğrusu hastaneye ilk başladığımda) trevanian'ın şibumi'sini okudum. çok methini okumuştum. sonunda muhammed hastanede yatarken hastane içinde bu kitabın satıldığını gördüm ve aldım. işe başladığımda da ilk bu kitaba başladım. daha sonra bu seneki kitap fuarına gittiğimizde travenianın iki kitabını daha aldım. bu kitapta nicholai hel diye 7 dil bilen, karizmatik, plastik kartla yada bir kalemle adam öldürebilen (hatırladığım kadarıyla devletler için çalışıyordu), bir adam hakkında.kitapta bir de ünlü go oyunu hakkında bilgi veriyor. ilginç bir kitaptı.
son 1-2 yıldır orhan pamuk'un yeni hayat'ı elimdeydi ve arada elime alıyordum ama kitap bir türlü ilerlemiyordu. tabii kitaba bu kadar ara verince ilerlememesi ve kitabın konusuna hakim olamama da gayet doğal. ama sonunda bu ay bitirdim. dediğim gibi aralıklı okuduğum için konuya çok hakim değilim. kitap için olumsuz birşey söyleyemem. ama sonunda bitirdiğim için şükrediyorum.
zorla okuduğum diğer kitaplar ise iskenderiye dörtlüsü. kim 500 milyar ister yarışmasında kenan ışık yazarını sormuştu ve kitabı çok methetmişti. asistanlığımda son gittiğim kitap fuarından hem kendime hem de esme'ye (sayfamı bulmuş ve ismine çok itiraz etti. köylü ismiymiş esme. ilk başta bu ismi sevmiştim o yüzden koymuştum (onun beğenmemesi de çok önemli değil. çünkü telefonumda o aradığında burger king'in müziği çalıyor ve onu da hiç sevmiyor. ama ben seviyorum napayım?) çünkü sayfa benim ama buradaki sevmediğim bir hemşirenin adı da esme (aslında o da kendine arzu dedirttiriyor). onun için bu ismi son kullanışım. arkadaşımın göbek adı olan zeynep'i kullacağım.) (zeynep'ciğim nasıl gidiyor? tüm yazdıklarımı okuyabildin mi?) bayağı bir para verip iskenderiye dörtlüsünü almıştım. zepnep almanda o kiler gibi odada (almanda yoğun bakım nöbetçi doktor odası yoğun bakım içinde küçücük penceresi dahi olmayan, tv dahi olmayan bir oda, vatan da aynı. o gruptan başka ne beklenir ki?) nöbet tutarken okumuştu.
kitabı okurken ilk başta biraz zorlandım. bir türlü ilerlemedi, sıkıldım. ama sonra (biraz geç de olsa) 4 kitap ta da aynı olayların farklı farklı insanların gözünden anlatıldığını anladım. mehmet'le sanırım geçen yıl gittiğimiz bir filmde (yaa bu kitapla ilgili ben daha önce yazmışmıydım? sanki bunları daha önce yazmışım gibi hissediyorum. yoksa sadece düşündüm mü?) (okuyan varsa bu konuda beni aydınlatırsa mutlu olurum) amerikan başkanına ziyarete gittiği ülkede uygulanan suikastı 7-8 ayrı kişinin gözünden veriyordu. yani adam bunu seneler önce akıl etmiş. kitap anlaşılacağı üzere mısırda iskenderiyede geçiyor. biraz zor da okusam ben bu kitabı beğendim.
son zamanlarda bir solukta okuyup, sonunda gözyaşlarıma engel olamadığım kitap, kürşat başarın başucumda müzik'i. seneler önce nalan okumuştu bu kitabı. bana sadece oku güzel bir kitap demişti. ya bu kitap için sadece 'oku, güzel kitap' denir mi? harika bir kitap, mutlaka okumalısın deyip istemesem bile zorla bana okutması gerekirdi. ben herkese tavsiye ediyorum, harika bir aşk romanı. fatin rüştü zorlu ile vesamet kutlu'nun büyük aşkını anlatıyor. bir de gerçek olduğunu bilmek okurken beni daha da heyecanlandırdı. kitabı bitirdikten sonra hemen netten araştırma yaptım, resimlerine baktım. mehmete illa yassıada görüntülerini bul da fatin rüştü zorluyu göreyim dedim ama bulamadı. benden sonra kitabı bizim teknisyenlerden birine okuttum ve o da bayıldı. hatta dün hastayı uyuturken, vesamet kutlu ve fatin rüştü zorlu hakkında hatırladıklarımı ona anlattım.
sonra yine en son gittiğim kitap fuarından ahmet mithat efendi'nin iki kitabını almıştım, dürdane hanım ve diğer kitap da felatun bey ile rakım efendi. fiyatları 2 ve 2.5 tl. tesadüf kitap fuarından bir gün önce ahmet mithat efendi'den yenge hanım bahsetmişti. o dönemde gazetede fotoroman gibi yazıyormuş ve bütün halk merakla takip ediyormuş. ve sonunda artık bütürme zamanının geldiğini düşünüp fotoromanın kahramanını öldürmüş. halk bunu okuyunca büyük tepki göstermiş (kurtlar vadisinde çakır öldüğünde milletin gıyabi cenaze namazı kılması gibi. türk halkı hiç değişmiyor anlaşılan) ertesi gün sonu değiştirme zorunda kalmışlar. kahramanın hastanede yattığını, ölmediğini yazmak zorunda kalmış. bunları duyduktan sonra ben de biraz merak ettim. ilk kitabı yani dürdane hanımı okuyunca diğerini de bir çırpıda okuyup bitirdim. kitapta bilmediğim bissürü kelime vardı. sanki ingilizce bir kitabı okuduğum gibi okudum. ama bu kitapların sonunda sözlük vardı ve bir müddet sonra alıştım.
dürdane hanım adlı roman tercüman-ı hakikat gazetesinde yayınlandıktan sonra 1882'de yayınlanmış. bu kitapta yeni icat olunmuş olan telefondan ilk defa bahsediliyor. ama bence ahmet mithat efendi telefonu görmemiş ve telefonu yanlış algılamış (yada o zaman telefon öyleydi). çünkü telefondan sanki telsiz gibi bahsediyor. bu kitapta karşılıksız aşklardan bahsediyor. gayet güzel ve akıcı bir kitap.
felatun bey ve rakım efendi ise; batı meraklısı (ama sadece giyimde kuşamda, eğlencede), baba parasını kumarda ve kadınlarla yiyip bitiren felatun bey (adını yine batı meraklısı babası sayesinde eflatun yada platon'dan almış. hatta batılılar yanında adını platon diye söyleten bir adam)(batılı olduğu için bey diye anılıyor) ile osmanlı beyefendisi, çalışkan, fakir, bir kaç dil bilen, tutumlu, sorumluluk sahibi, ahlaklı rakım efendi'nin birbirinin zıddı olan ama arada çakışan hayatlarından bahsediyor. bu da gayet güzeldi.
şimdi ise aytmatov'un bir kitabına başladım, elveda gülsarı. ama çalışma arkadaşım sömestr tatili nedeniyle iki haftalık izne ayrıldığı için fazlasıyla yoğunum ve bu aralar fazla kitap okuyamıyorum.
Geçen hafta sonu samsuna gittik. Daha doğrusu Cuma günü nöbet izinlerimizi kullandık. Perşembe iş çıkışı hemen eve gelip mehmete yemek yaptım ve sonra da valizimi hazırladım. Mehmet beni araba ile aşağı yola indirdi ve otobüse bindirdi. Beratın iş yerinde indim. Beni ablama bıraktı. Annem ve babam da gelecek zannediyordum ama tek misafirleri bendim. Ablam güzel yemekler yapmıştı, afiyetle hepsinden yedim, ilk başta da en sevdiğim çorbadan. yemek boyunca muhammed sofrayı, yemekleri herşeyi eleştirip durdu (yemekteyiz yarışması yüzünden). 'anne, hiç hijyenik değilsin' deyip durdu. yemek sonrası ablam benim görmediğim son dönemlerde aldığı kıyafetlerini gösterdi. umre için bana kendi kıyafetlerini verdi. umre için kıyafetim yok diye üzülüyordum. problemin çoğunu halletmiştim oldum. artık gerisini umreden alırım diye düşünüyorum. akşam berat gelip beni aldı ve geri kalan yemekleri de yanımızda anneme götürdük.
cuma günü erkenden kalktım, annemle babamla kahvaltı yaptım. annemle çarşıda buluşuruz diye anlaştık. babamla arabayla bir müddet gidip sonra mecburen inip otobüse bindim. kuaföre gittiğimde eskisi gibi kırmızı olmak istediğimi söyledim (asistanlık yıllarımdaki gibi) ama kuaförle aynı şehirde yaşamıyor olmam, çok çabuk akacak olması ve saçlarımın bissürü işlemden geçecek olması gibi nedenlerle hımmm ne renkti? biraz zor da olsa hatırladım, bakır renginde karar kıldık. kuaförde sadece 5 saatcik kalmak zorunda kaldım. kuaförde hiç bir zaman rahat rahat oturamam, her zaman bir yere yetişmek zorundayımdır. mehmet nasıl vakit geçirecek diye onu evde bıraktım ama bu sefer de annemle alışveriş yapacağız diye rahat oturamadım. işim bittiğinde saçlarım çok güzel oldu (tabii asistanlık yıllarımdaki kadar harika değildi). ama şimdi yani aradan 2 hafta geçtikten sonra kuaförün dediği gibi sarı olan kısımlar biraz açıldı.
kuaför sonrası annemle buluştuk. gidip ayakkabılığa baktık. arifin yanında iki bayan vardı. beni ayakkabılığın sahibi diye tanıttı. kadınlar hemen 'aaaa neden almıyorsun? şöyle harika, böyle harika' demeye başladılar. farklı bir beklentim olduğunu söyledim. ama bu da fena olmamış. ama benim istediğim gibi olsa çok daha harika olurdu. akşam geç vakitte ablamlar da anneme geldiler. ertesi gün ayşen abla oturmaya gelecek diye ablmlar gelene kadar mutfakta bissürü şey hazırladık annemle. gece nasıl yatacağımızla ilgili çocuklar daha doğrusu ablam ve muhammed planlar yaptılar. ama ben bayağı yorgun ve uykusuzdum. muhammedin planı benimle yatmaktı. ablam da aynı odada yatalım istiyordu. beratı ikna edip aşağı yolladık. sonunda ablam beyazıtla (kimse onunla aynı odada yatmak istemiyor) beratın odasında başbaşa kaldı. ben de muhammedle yattım. tam uykuya dalarken annem yukarı gelip beratı rahatsız etmemelerini söyledi (çocuk işe gidecekmiş) ve ablam uyuyan beyazıtı bir kez daha kucağına alıp bu sefer aşağı indirdi. berat da tam uykuya dalmışken annem tarafından uyandırılıp yukarı yerine gönderilmiş.
gelelim beyazıta; beyazıt muhammedin dediğine (ikisi aynı odada karşılıklı iki karyolada yatıyorlar) yatağa yattığı andan itibaren hiç durmadan konuşmaya başlıyormuş. 'ne konuşuyor? ne anlatıyor ?'diye sordum. eğer anlatacak birşey bulamazsa bu sefer sayı saymaya başlıyormuş. sonra 2 saniye kadar sessizlik oluyormuş ve hemen 2 saniyenin sonunda horlama sesi gelmeye başlıyormuş. muhammed 'teyze konuşması horlamasından iyi. o yüzden tam beyazıtın konuşması durduğunda 'o 2 saniyede) beyazıt diye seslenip onu uyandırıyorum ve o konuşurken ondan önce uyumaya çalışıyorum' dedi.
son günlerde bana beyazıt çok sevimli geliyor. muhammedin de o dönemini çok severdim. sürekli aklımda o. ablam da hergün yaptığı ilginçliklerden birini anlatıyor.
neyse ertesi sabah benden beklenmeyecek şekilde yine erken kalktım ve kahvaltı etmeden hazırlıklara kaldığım yerden devam ettim. bir müddet sonra millet de kalktı. kahvaltı yapmaya başladılar telefon geldi ve misafirimizin gelemeyeceğini öğrendik. o andan itibaren hızımız yavaşladı. bu kadar hazırlık yapmışken annem bir kaç kişiyi çağırdı sonunda teyzemler ve dayımın eşi geleceklerini söylediler. onlar geldiklerinde aşağı yukarı işimiz bitmişti. annem o gün aşure yaptı. maalesefki sadece bir tabak yedim. akşama doğru mehmet geldi. o akşam sohbet vs ile geçti.
pazar sabahı ümmühanlara kahvaltıya davetliydik. berat (çalıştığı için) haricinde herkes oradaydı. kahvaltı sonrası yeşilyurta gittik. sonra da milletten ayrılıp şehire gittik. mutenada yemek sonrası tekrar yeşilyurta gittik.
pazartesi sabah erkenden kalkıp yola çıktık ve 10 gibi işteydim.
bu anlattığım iki hafta önceydi. 2 haftadır arif gelecek, ayakkabılığımı getirecek diye bekliyorum ama gçen hafta sonuna doğru aradığımda yurt dışında olduğunu öğrendim. ne zaman gelecek bilmiyorum. o gelecek diye (dekoratör olduğundan) 2 haftadır evi düzenli tutmaya çalışıyorum. zaten sefa da yarın guatr nedeniyle opere olacağından bir müddet temizlik işleri de bana kalacak, bakalım ne yapacağım?

Sunday, January 11, 2009

14 aralık 2008,istanbul tatili

Pazar günü bir gün önce anlaştığımız gibi 04:45’te kalktık. Mehmet abisini aradı. Gecikmeli de olsa Eyüp Sultan’a vardık. Annem ve ben oturan kadınların aralarına oturduk. Babam da caminin içine girmiş ama diğerleri dışarıda kalmışlar. Sabah namazı sonrası Mehmet buz tutmuş vaziyette arabaya döndü. Ben giderken yanıma şal ve patiklerimi de almıştım. O ise içinde ince bir kazak ve deri ceketiyle. Pek istemememize rağmen (yenge hanım davet etmediği için) kuzucuğun zoruyla onlara kahvaltıya gittik. Yenge hanım sofrayı hazırlamıştı. Ben de biraz yardım ettim ve kahvaltıyı yapıp, eve uyumaya gittik. Saat 12’ye kadar yattık ve zorla da olsa sabancı müzesine (Salvador dali sergisi için) ve şenyıldız’a (yenikapıya) gideceğiz diye kalktım. Mehmet karnı acıktığı için bir şeyler yedi, ben ise sadece kahve içtim. Şenyıldıza sadece ellerinde hangi arabalar var diye bakmaya gidecektik.

1-2-3 saat bekledikten sonra kuzucuk kendi tespit ettiği saatte, saat 3’te bizi alacağını söyledi. O saate kadar ben çıldırdım. Mehmetin başının etini yedim. Sinir krizleri geçirdim. Benim babam asabi adamdır. Dakikliğe çok önem verir. Onu bekletmemek ve kızdırmamak için biz de öyleyizdir (ablam hariç). Saatlerce giyinip onu beklemek zorunda mıyım? Bir de sabah zorla kalktım. Bir de günümüz zaten kısıtlı, bir günüm boşa geçmiş oluyor. İlk başta mehmete ben kesinlikle o arabaya binmeyeceğim, taksi ile gideceğiz desem de sonra saçmaladığımı fark ettim. Olay daha büyüyecek, insanlar kırılacak ve Mehmet arada kalacaktı. Annesi bile onun bize iyilik yaptığını (bu sebeple beklememiz gerekiyor) düşünüyordu. Ama hata Mehmet’te. Ne diye her yapacağını söylüyorsun? Kuzucuk çok iyi niyetli. Nereye gitsek götürmek istiyor ama kendi kafa saatine göre.

O gelmeden biz evden çıktık. Zaten evden çıkmasak değil 3’te 3:45’te ancak gelirmiş. Biraz yürümek daha iyi geldi. Bir de arabaya binince yenge hanım size iyi gezmeler demesin mi? Bütün günüm mafolmuş haberi yok. Kuzucuk zaten hiç farkında bile değil. Yenikapıya boşuna gittik. 10 dakika sonra oradan çıktık. Ellerindeki araç sunroof’lu fazla özellikli bir araçtı. Tabii fiyatı da daha pahalı.

Sonra kuzucuk arnavutköye balık tutmaya gidelim dedi. Bayram bey de vardı ve bence o da kuzucuk’un zoruyla gelmişti. Mehmet onların biraz yanında durdu ve sonra o da benim yanıma caminin altındaki kafe-pastane arası yere geldi. Bayağı bir üşüdük. Bugün işte böyle sinir harbi ile geçti. Bugün mehmetle bir dahaki istanbula gelişimizde araba kiralamaya karar verdik. Tabii henüz kiralık araba fiyatlarından haberimiz yok.

Salvador dali sergisine gelince, tatile çıkmada önce hakkında biraz araştırma yapıp, nette resimlerine baktım ama orjinallerini sanırım görmek hiç nasip olmayacak.

Bu bayram çok fazla bir plan yapmadım ama günlerimin dolu dolu geçmesini isterken hiç de öyle olmadı. Mehmet beni mutlu etmek için elinden geleni yaptı ama ailesi ve hatta ablasının ailesi ile aynı evde bayramı geçirdiğimiz için istediğimiz her şeyi yapamadık. Çoğu günler öylesine evde geçti. Bazen dışarı çıktık ama işler rastgitmedi ve planlarımızı yapamadık.

Mehmetle arog’a gidecektik ve sinemada yer yoktu. Olsa da Mehmet uzun kuyruğa girmek istemiyordu. Onun içi de ona bayağı kızdım. Ben olsam çoktan rezervasyon yaptırmıştım diye. Daha sonraki günlerde tatili uzatmak zorunda kaldık ve arog’u sinemada 2-3 kişi ile birlikte seyrettik. Mehmet hiç beğenmedi. İyiki de o gün kuyruğa girmemişim dedi. Diğer tesellisi de kalabalıkla birlikte seyretmemiş olmak.

Bir gün alışverişe metrocity ve cevahire gittik. Maalesef ki ayakkabı almakta acele ettiğim için sonradan cevahirde gördüğüm ve harika ayakkabıların olduğu Charles&keith adlı mağazadan Mehmet ayakkabı hakkımı tamamladığım için ayakkabı aldırtmadı. O yanımda olmasaydı 2 tane birden alırdım. Hepsi birbirinden güzel ve ucuzdu.

15 aralık

Gece 2’ye kadar yatakta döndüm, durdum. Uyuduktan sonra da rüyalarımda sürekli araba vardı. Sabah kalktık ve Mehmet euro yükselmiş dedi (benden önce bakmış). Halbuki tüm hafta sonu euro düşsün diye dua etmiştim. Biz arabayı daha ucuza almaya çalışırken bu yükselme sayesinde daha da pahalıya patlayacak.

Sabah sıkıntıdan doğru düzgün bir şey yiyemedim. Kendimi sanki yeni bir işe ya da okula başladığımdaki gibi hissettim.

Bütün gece acaba çok mu para veriyoruz? Dışarıda çocuklar çizerler mi? Bissürü soru geldi aklıma. Beni en çok rahatlatan mehmetin ve beratın bana destek olmaları (berat sanki araba ona alınıyormuş gibi mutlu). Mehmet şimdi kullanmayacaksan ne zaman kullanacaksın diyor. Mehmetin annesi ve babam razı değil. Babam golf alın, satarken bu arabada çok zarar edersiniz diyor. Bir de küçük yerde oturduğumuz için dikkat çekmemizi istemiyor. Halbuki bizim hastanede herkes lüks araba kullanıyor. Mehmetin annesi de kapalı otoparkınız bile yok, güzel bir eve taşınınca alırsınız diyor. Sanırım parayı dışarı atmak olarak görüyor. Mehmetin babası ise siz karar vermişsiniz, hayırlı olsun diyor. Benim anneme gelince; sen babana bakma, o hiçbir zaman lüks araba kullanmadı, size de mani olacak. Ne istersen onu al. Mehmet de sana destek veriyor diyor. Bir de sen her şeyin en iyisini layıksın diyor. Anneme pahalı bir şey alacağım zaman danıştığımda genelde böyle söyler ve ben de hemen karar verip alırım. Ne iyi değil mi?

Mehmet ve beratın desteği dışında bir de nalanı düşündüm. Ailesine hiç haber vermeden kendine bmw x3 aldı. Benimkinden kat kat pahalı, benimkisi yanında deve kulak. Benimkisi o kadar da pahalı değil diye kendimi teselli ettim.

Mehmet beğendiğimiz iki arabayı baktığımız yerleri aradı ve sonunda open sky tavanı olan araba için pazarlık sonrası anlaştık. Ne onların ne bizim dediğimiz fiyat oldu (kimbilir ne kadar kazık yemişizdir?). bugün euro arttıkça (hiç yerinde durmuyor, sürekli artıyor (Bush’a ayakkabı atıldığı gün, ya da ertesi)). Mehmet bizim arabanın fiyatı şu kadar oldu deyip duruyor.

Kadınla konuşup fiyatta anlaştıktan sonra gün boyu telefon trafiği başladı. Samsundan sağolsun kardeşler parayı transfer ettiler. Tatil için valizleri hazırlarken (gece ve sonra da yola çıkacağımız sabah erkenden hazırladığım için) nüfus kağıdı ve evlilik cüzdanını almayı unutmuşum (Babam olsa kimbilir ne kadar kızardı). Nüfus müdürlüğünden kağıt mı alsak diye düşünürken hastanede başlangıç yaparken fotokopisini almış olabilirler diye düşünüp hastaneyi aradım. Fotokopisini faksladılar.

O gün Sinan beyin ev durumu muallaktayken (okyanus şirketi) neler hissettiğini anladım. Ne stresli bir durummuş. İkindide işler haloldu. Dışarı çıkacaktık, daha doğrusu o kadar sıkıntıdan sonra hava alma ihtiyacı hissediyordum. Üstümü giydim ama hiç dışarı çıkmadık. Biraz telefon trafiği yüzünden biraz da soğuk hava yüzünden. Mehmet sürekli hapşırdığı ve bir gün önce Eyüp Sultan’da çok üşüdüğü için annesi onun dışarı çıkmasına rıza göstermedi ve böylece ben dışarı kıyafetlerimi saatler sonra çıkarıp tekrar ev kıyafetlerimi giydim.

16 aralık ve sonrası

16 aralık 2008, Salı

Bu akşam istanbuldan ayrılmamız gerekirken, arabanın işlemleri uzadığı için (arabayı ancak cuma ya da cumartesi teslim ediyorlar, araç gümrükteymiş.) bileti açığa aldırdık ve üç gün daha yıllık izin alıp hafta sonu samsuna dönmeye karar verdik.

Sabah arif’in telefonu ile uyandım. Ayakkabı dolabımı vitrine koymuş, vesile olduğum için teşekkür etti. Şöyle muhteşem oldu, böyle muhteşem oldu diye anlattı ve tabii marangozun parasını istedi.


Hidayete telefon açıp parasını vermesini söyledim. Hemen aradı ve ‘bu dolap fatsa’ya fazla yaa’ dedi. Bayağı merak ettim. Daha sonra mailime arifin attığı resimlere bakınca hayal kırıklığına uğradım. Çok daha güzel bir şey düşünüyordum. Ona böyle söyleyince çok şaşırdı. Çok beğeneceğimi zannetmiş. ‘Sen gel de bir de canlı gör, dokun, öyle karar ver’ dedi.

Bakalım samsuna gittiğimizde ilk iş ona gideceğim ve dolabıma bakacağım.

Bayram tatili için geldiğimizden beri ne zaman odaya dinlenmek için gitsem ayşe kulin’in veda adlı kitabını okuyordum. Ve nihayet dün kitap bitti. Bayağı hoşuma gitti. Sonlarında gözlerim bile doldu.


Tam da bu kitabın ardından bugün Dolmabahçe sarayına gitmemiz çok hoş oldu. Sarayın selamlığında gezinirken roman kahramanı, Osmanlının son döneminin maliye nazırı Ahmet Reşat Efendi’yi düşünmeden edemedim.

Mehmetle sabah kahvaltı yaptık ve annemle fevzi paşada buluşup taksi ile dolmabahçeye gittik. Biraz geç gittiğimiz için sadece selamlık ve saat müzesini gezebildik.


Bu dolmabahçeye ilk gidişim değildi. Seneler önce asistanlığımın ilk yıllarında ablamın henz iki çocuğu varken, Muhammed sanırım 4 yada 5 yaşlarındayken, ablam, çocuklar ve ümmühanla birlikte gitmiştik. O zaman da geç gittiğimiz için sadece haremi gezebilmiştik. Ben o zaman en çok sarayın girişindeki büyük havuzu beğenmiştim.


İlk bahardı ve havuzun etrafındaki ağaçlar, çiçekler çiçek açmışlar, her yer renk cümbüşüydü. (tabii bu resim yeni çekildiği ve kış olduğu için önceki gördüğüm kadar ihtişamlı değildi) Önünde Muhammed (ufacık ve şortlu) ve ayşenurla (ikimiz de mavi eteklerimizle) resmimiz var.


Neyse saraya girerken müze kartımızı kullanabileceğimizi zannediyorduk ama Dolmabahçe kültür bakanlığına değil, TBMM’ne bağlıymış. bir de dolmabahçenin kendi sitesini gördünüz mü? bana da berat gösterdi. buradan örnek alıp mağazaya site yaptıracakmış. sitenin girişinde sarayın resminin yarısı geçmişe, yarısı ise şimdiki zamana ait. denizde ilerleyen saltanat kayığı, bir bakıyorsunuz yelkenli olmuş, sesi açmayı unutmayın.


Sadece selamlığı gezmek için 15 tl verdik.saraydaki resimler, avizeler, aynalar, tavanlar, her şey acayip gösterişliydi. Fatih’in Fausto Zonaro’ya ait olan, tarih kitaplarında gördüğümüz istanbulun fethi resimlerinin orjinallerini görmek çok ilginçti. Grup rehber eşliğinde hızlı ilerlediği ve biz de bayağı geride kaldığımız için maalesefki iyice inceleyemedik. Güya resimlerini çektim. Daha önceki kariye resimlerini silmediğim için tektek resimleri silerken yanlışlıkla Dolmabahçe resimlerini de silmişim.


(elimdeki sarayın içinde çekilmiş tek resim bu. bunu da nasıl çekmişsem?)

Sarayda kullanılan zarflı fincanlar, gümüş çay takımları, tepsiler o kadar muhteşemdiler ki hepsine büyük hayranlıkla baktık. Padişahın banyosunu (hamamını) gördük. Özel, ışığı geçiren mermerler kullanılmış. Tavanı cam ve boğaza bakan kocaman camları var. Harika bir hamamdı. Selamlık, yabancı elçileri vs orada ağırladıkları için oldukça gösterişliydi. Dolmabahçe gerçekten muhteşemdi.

Selamlık sonrası gruptan ayrılarak hızla saat müzesine gittik.


Çok ilginç saatler vardı.

Sonra kuşların, tavukların olduğu yere baktık. Tavuskuşları dışarıda geziniyorlardı.


Dışarısı soğuktu ve ben üzerime şal almama rağmen bayağı üşüdüm.


Sarayın yan tarafındaki çay bahçesinde çay içtik ve taksiyle fatihe geri döndük. Annemi aldığımız yere bıraktık. Meğer Mehmet sinemaya gideriz diye düşünmüş. Evde yemek olduğunu ve karnımın çok acıktığımı söyleyip onu ikna ettim ve eve gittik. Yemek sonrası biraz koltukta uyukladım. Akşam ak ve hb’yi aradım. Perşembe İnşallah ak ile görüşeceğiz.

Muhammed dün samsunda hastaneye yatmış. Vücudunda çıkan döküntüler zonaymış. Zona stres altında çıkar ve bayağı ağrılıdır. Ablam muhammedin ağrısı olmadığını, biraz kaşındığını söyledi. Hastanede zona, zatüre tanısı konmuş. Hastaneye kontrole gitmişken 10 günlüğüne hastaneye yatmak ikisinin de bayağı canını sıkmış.

Muhammed tedavi oldu ve şükür Allaha şu an iyi. 2 hafta sonra da izmire kontrole gidecekler.

Benim çamlıcadaki ev kapandığından beri istanbula gelmediler. Ablam da Ayşenur de Muhammed de istanbulu çok özlediler.

Geçen sene tam bugün evimizi boşalttık, diyargaleria’daki evimizi ( d blok, 7. kat, 33 numaralı daire). 17 aralıkta da diyarbakırdan ayrıldık.


Çarşamba günü noterde işlerimiz olduğu için karaköydeki Fransız geçidine sevgili arkadaşım gönülün (asistanlıktan yol arkadaşım) yanına gittik. Çay içtik sohbet ettik. Onu ve diğer yol arkadaşlarımı (noterde çalışan herkes gönülün kuzeni) gördüm. İşlerimizi halledince Karaköy güllüoğluna gidip suböreği ve baklava yedik.


Sonra galata köprüsünü yürüdük ve eminönünde biraz alışveriş yaptık. Mehmeti kuaför malzemeleri satan bir yere götürdüm ve annesine ve babasına makas, kendisine de tarak aldı. Tabii ben de bir şeyler aldım. Her zamanki gibi sarılgana girdik, kepçelere baktım (her zamanki gibi) ve bu sefer bir şey almadan çıktım. Sarılgan benim eminönündeki favori mağazalarımdan biri. En çok alışverişi bu mağazadan yaparım. Mis kokulu kuru kahve aldık ama bir türlü istanbulda içmek nasip olmadı. Eve getirip evde içtik.

Perşembe günü Mehmet annesinin yanına bayram beylere gitti. Ben de taksiye atlayıp eminönüne gittim. Yeni camide şule ile buluştuk.


Yağmur yağdığı için ak’yı caminin içinde bekledik. Sonra konuşa konuşa yağmur altında biraz gezindik ve kızların karnı acıktığı için aslı böreğe gittik. Ben tatlı yedim kızlar börek. Daha önce Sinan bey ve mehmetle gittiğimde sarma yemiştik ve çok beğenmiştim ama bu sefer pek beğenmedim. Kızlara da o kadar methetmiştim. O gün beğenmediğimi söylemeyi unutmuşum. Şulenin biraz canı sıkkındı. Normalde hep neşelidir, sürekli konuşur. Yine konuşuyordu da dediğim gibi aile meseleleri yüzünden biraz canı sıkkındı. Ak işe canım benim onu görmek her zaman beni mutlu eder. Ona hb’nin bendeki kitabını verdim (scarlet feather). Bana telefon geldi ve yine fax işi ortaya çıktı. Şule işe gitmek üzere ayrıldı ve biz ak ile galata köprüsünden yürüyüp yine Fransız geçidine notere gönülün yanına gittik.

Böylece iki gün üst üste gönülle görüşmüş olduk. Noter sonrası ak’yı motora bindirdim ve ben de taksiye atlayıp bayram beylere gittim. Akşam kuzucuklara çaya davetliymişiz. Annem de eve gitmeyin yemeği de burada yeyin demiş. O akşam önce bayram beylerde sonra da kuzucuklarda geçti. Annemi ak’nın derslerine gitmesi için kayıt ettirmek istiyorduk ama annem istemedi.


Cuma günü arabayı belki teslim ederler diye düşünürken olmadı. Cuma ne yaptığımızı hatırlamıyorum. Cumartesi sabah erken kalktık. Telefon geldi arabayı 13 te alacaktık. Ben hızlı hızlı kahvaltı yapıp hazırlandım. Mehmet normal bir şekilde kahvaltısını yaptı. Aheste aheste keyif çayını içti ve benim uyarmamla hızlı bir şekilde giyindi ve evden çıktık. Sonradan fark ettim ki buraları zaten daha önce anlatmıştım.

benim audim

Arabama gelince; geçen gece hastaneye gitmem gerektiğinde mehmetin arabasını aldım ve daha ilk koltuğa oturduğumda sanki toros’a binmişim gibi hissettim. Ben arabayı toros’la öğrenmiştim ve bana yeni araba alınana kadar (broadway) 1 yıl toros kullanmıştım. O yüzden de torosu iyi bilirim. Ne kadar ağır ve hantal olduğunu. Benim arabayı kullanana kadar mehmetin arabasının bu kadar ağır olduğunu fark etmemiştim. Daha doğrusu onun arabası normal de, benim arabam süper.


Sloganları benim audim. Mehmetle kataloğu okuyunca sloganın neden böyle olduğunu anladık. 1000 tane araç üretilmiş ve hepsinin özellikleri birbirinden farklı. yani aynı araçtan kimsede yok, bir bakıma sana özel üretilmiş gibi. Tabii fiyatları da farklı. bu sebeple mehmetle farklı farklı bissürü araç inceledik ve sonunda benimkisinde karar kıldık, yani benim audimde.

bu resim arabayı istanbuldan eve getirirken, yolculuk klasiğimiz tofitalarımız ve sakızlarımız.

Wednesday, January 07, 2009

Aşura

Bugün aşura günüymüş, hastaneye gittiğimde öğrendim. Aklıma seneler önce (daha ben bekarken) hb ile aşura günü alışverişe çıkmamız geliyor. O zamanlar sanırım ablamdan öğrenmiştim (ben dini konuları okumak yerine, ablamdan öğrenirim), aşura günü sadaka vermek, 10 mü’mine selam vermek, gusul abdesti almak, oruç tutmak sevapmış. Hb ile tanıdıklarımıza telefon edip selam vermiştik ve sayıyı 10’a tamamlamaya çalışmıştık. Sadakayı sanırım capitol’ün önünde oturan mendil satan çocuğa vermiştik. Tahıl alışverişi için de önce bağlarbaşındaki pazara gidip bissürü sebze aldıktan sonra migrosa gidip önümüze geleni almıştık. O gün bize bayağı pahalıya patlamıştı.

Bugün ablam, annem ve ümmühandan sonra hb’yi aradım. Telefonu açınca selam verine gülmeye başladı. Biraz konuştuk ve kapatırken de o selam verdi. Yine güldük ve öyle kapattık. Hastaneden çıkmadan hemşirelerden biri aşure getirdi. Bir tabak aşureyi teknisyenlerle birlikte yedik. Benim sevdiğim gibi hala sıcaktı ama şekeri biraz azdı. Yine de yemiş oldum. Bakalım İnşallah anneme gittiğimde o da yapar da bir kez daha yemiş olurum.

İş çıkışı mehmete telefon açtım ve o direkt ‘tahıl almaya mı gideceğiz?’ diye sordu (Karısını iyi tanıyor). Ben de ‘evet, ama market dışında bir de balık alabiliriz ya da balık yiyebiliriz’ dedim.

Eve gelince biraz uyukladım ve sonra önce markete bim’e (daha önce söylemiştim değil mi, burada plastik, cam toplayan tek yer bim. O yüzden de buradaki favori marketim orası sayılabilir. Her hafta önce oraya sonra da orada bulamadıklarımızı almak için başka markete gidiyoruz. Bugün tv’de pet şişelerden mayo üretildiğini söylediler. Türkiyedeki pet şişelerin sadece 1/3’i kullanılıyormuş, gerisi maalesef ki doğaya karışıyormuş.) uğrayıp pet şişeleri ve maden suyu şişelerini bırakıp, tahıl olarak pirinç ve bulgur aldık. Bugün alınan tahıl eve bereket getirirmiş. Sonra yemeğe gittik. Balık yedik. İçerde bizden başka kimse yoktu. Biraz ağır geldi, oradaki içtiğimiz çay yeterli gelmedi. birazdan evde çayımızı içeceğiz.

Ablamla telefonda konuştuğumuzda beyazıt’ın anaokulundan geldiğini ve boy abdesti aldığını, onun peşinden de banyoya Muhammed’in girdiğini söyledi. Bugün alınan boy abdesti hastalıklara karşı şifa olurmuş.

Eve gelince netten tekrar aşura günüyle ilgili bilgilere baktım, peygamberlerle ilgili bissürü olayın bu günde meydana geldiğini biliyordum ama olayları unutmuştum. Şimdi baktım ve belki başka öğrenmek isteyen olur diye buraya da yazdım.daha doğrusu şuradan aldım.

Âşura Günü Muharrem'in 10. günüdür. Bugüne "Âşura" denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Hadis kitaplarında geçtiğine göre ise, bu güne bu ismin verilmesinin hikmeti, o günde Cenâb-ı Hak on peygamberine on değişik ikram ve ihsan ettiği içindir. Bu ikramlar şöyle belirtilmektedir:

1. Allah, Hz. Musa'ya (a.s.) Âşura Gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.
2. Hz. Nuh (a.s.) gemisini Cûdi Dağının üzerine Âşura Gününde demirlemiştir.
3. Hz. Yunus (a.s.) balığın karnından Âşura Günü kurtulmuştur.
4. Hz. Âdem'in (a.s.) tevbesi Âşura Günü kabul edilmiştir.
5. Hz. Yusuf kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan Âşura Günü çıkarılmıştır.
6. Hz. İsa (a-s.) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
7. Hz. Davud'un (a.s.) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
8. Hz. İbrahim'in (a.s.) oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.
9. Hz. Yakub'un (a.s.), oğlu Hz.Yusuf'un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.

Hz. Âişe'nın belirttiğine göre, Kabe'nin örtüsü daha önceleri Âşura gününde değiştirilirdi.
İşte böylesine mânalı ve kudsî hâdiselerin yıldönümü olan bu mübarek gün ve gece, Saadet Asrından beri Müslümanlarca hep kutlana gelmiştir. Bugünlerde ibadet için daha çok zaman ayırmışlar, başka günlere nisbetle daha fazla hayır hasenatta bulunmuşlardır. Çünkü, Cenab-ı Hakkın bugünlerde yapılan ibadetleri, edilen tevbeleri kabul edeceğine dair hadisler mevcuttur.
Âşura Gününde ilk akla gelen ibadet ise, oruç tutmaktır. Muharrem ayı ve Âşura Günü, Ehl-i Kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler tarafından da mukaddes sayılırdı.

Gerek Yahudilere benzememek, gerekse orucu tam Âşura Gününe denk getirmemek için, Muharrem'in dokuzuncu, onuncu ve on birinci günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir.

Bu günde oruçtan başka hayır, hasenat ve sadaka gibi güzel âdetlerin de yaşatılması isabetli ve yerinde olacaktır. Herkes imkânı nisbetinde ailesine, akraba ve komşularına ikramda bulunur; bugünlerin faziletini bildiren hâdiseleri hatırlayarak ihsanda bulunursa şüphesiz sevabını kat kat alacaktır. Bilhassa, Peygamberimiz, mü'minin aile efradına Âşura Gününde her zamankinden daha çok ikramda bulunmasını tavsiye etmiştir.

Bugünde olan kötü olay ise; 61. hicret yılının Muharrem'ine ait 10. gününde Hazret-i İmam Hüseyin (r.a.) 55 yaşında iken Sinan bin Enes isimli bir hain tarafından Kerbelâ'da hunharca şehit edilmiştir. İşte böyle..

Thursday, January 01, 2009

2008'in son günü

2 gün önce sabah kalktık ve dışarıda kar vardı. Mehmet arabayla gitme dedi ama ben o kadar da kar yok deyip arabayla çıktım. O gün, gün boyu kar yağdı ve akşam arabayla gidemeyeceğime karar verip saat 4 te çıktım. Önce hastanenin arkasına gidip arabama şöyle bir baktım ve eldivenlerimi alıp, yüzüme doğru yağan kara fazla aldırmadan hızlı hızlı yürüdüm. Mehmet de arabayı yokuştan çıkaramamış ve aşağıda park etmiş. Yokuşu birlikte çıktık. Akşam yemek faslından sonra Mehmet çay demledi ama ben koltukta çoktan uyumuştum. Geç vakitte kalktım. Çayı ısıtıp içtim. Biraz oturup ertesi gün için hazırlık yapmak üzere kalktım. Biri tatlı diğeri tuzlu iki çeşit kurabiye yaptım. Saat 1.5 ta yattım.

Ertesi gün kalkıp kurabiyelerden birazını hastaneye götürmek üzere hazırladım ve yürüyerek hastaneye gittim. Yollar biraz buzluydu. Minibüs gelirse binerim diye düşünüyordum (burada henüz hiç minibüse binmedim) ama o gelene kadar yolun yarısını yürümüştüm. Hastaneye vardığımda bayağı yorulmuştum evde kahvaltı niyetine nesfit yediğim için ıhlamur hazırlayıp içtim. Ameliyathaneye girmeden 1 saat kadar oturdum.


Öğle tatilinde dışarı çıkıp resim çekindik. Mehmetin bana askeriyeden aldığı pelerinimi taktım (hani eskiden doktorların kullandığı siyah pelerinden).

(resimde solda kalan apartmanlar bizim apartman)

Akşam teknisyenlerimden iki tanesi ile çıktık ve marketten biraz alışveriş yaptık. Marketin servisiyle yolun çoğunu gittim ve bana sadece yokuşu çıkmak kaldı.

Eve geldiğimde hiç durmadan saat 9’a kadar çalıştım. Yemek olarak ilk defa yaptığım tavuklu ve sebzeli noodle (çin makarnası) ve netten tarifini bulduğum sütlü,beyaz peynirli tarhana çorbası yaptım. Salata ve önceki gün yaptığım ayva kompostosu da vardı. Masayı hazırlarken mum koymayı düşünürken elektrik gitti ve mumları çıkarıp yaktım. Mehmet elektriği benim kapattığımı zannetmiş (koltukta uyuyordu). Yemek sonrası dağıttığım mutfağı toparladım ve tiramisu yaptım. Mehmetin yanına oturduğumda bayağı yorulmuştum. Çalışkan karım benim deyip durdu. Gece 12 olmadan pastamızı çıkardım, Mehmet çayımızı demledi ve birlikte çayımızı içip pastamızı yedik. 12 olduğunda dışarıda münasebetsizin biri tabanca ile atış yaptı. Gece 1 gibi apartmandaki çocuklar dışarı çıkıp kar topu oynadı, biz de yağan karı ve onları seyrettik.

2008’de mehmetin askerliği bitti. Diyarbakırda 8 ay yaşadık, bunun yanında doğuda 10 şehir gördük. Yüzme öğrendim. Hayatımın ilk hatimini yaptım. Eşyalarımızı aldık. Eş tayini yaptırdık ve tekrar işe başladım. Muhammed kemik iliği nakli oldu. Hala oldum. Arabamı aldık.

2009’a mehmetle yeni evimizde, yeni eşyalarımızla mutlu bir şekilde girdik. Herkese mutlu yıllar!