Sunday, August 31, 2008

İyi Ramazanlar

mehmetle balkonda kahvaltı ettikten sonra telefonum çaldı. ilk defa bugün icapçı olduğum için beni hastaneye çağırdılar. sıkıntıda olan bir bebeği, tok annenin karnından çıkartabilmek için. hızlı bir şekilde gittim ve spinali yaptım. daha sonra mehmeti evden aldım ve birlikte ramazan alışverişi yaptık. eve döndüğümüzde balkonumuzun camlarını sildim. hava bayağı soğuduğu için camları kapattık ve akşam yemeğimizi balkona getirdiğimiz louis ghost sandalyelerimizde oturarak yedik. bu, sandalyelerimizi yerinde ilk kullanışımız.
şimdi mehmet tv de futbolla ilgili birşeyler seyrediyor. ben de bilgisayarı kapatıp biraz ütü yapacağım. sonra bu seneki ilk sahurumuzu yapıp yatacağız. herkese iyi Ramazanlar!

Saturday, August 30, 2008

ayakkabılık ve thomas paul kırlentler

Son günlerde sürekli netten ayakkabılık olabilecek dolap resimleri ve kırlent resimleri indiriyorum.

Sanırım 1-2 hafta içinde karyolamız ve halılarımız gelince evdeki en önemli eksiğimiz ortalıkta kalan ayakkabılarımızı koymak için bir dolap, ve sadece mehmetin fatihteki evindeki kanepesinin iki kırlenti dışında boş kalan koltuklarımıza koymak için kırmızı ve mavi olmak üzere iki grup kırlent.

Aslında ayakkabılık olarak antik çin dolaplarından almayı düşünüyordum. Adres istanbul’a gittiğimizde biraz bakındım ama oradaki mağazadakiler bayağı iyi ve bayağı pahalıydı. O kadar para verince insan ayakkabılık olarak kullanmaya kıyamaz. Zaten kimse de o dolapları ayakkabılık olarak kullanmıyor, genelde salona yada oturma odasına koyuyorlar.

Neyse sonra mehmetle mudoya baktık. Maslaktaki mudoda bissürü var ve biz baktığımızda indirimdeydiler. Fiyatları 1000 lira kadar. Daha sonra almak üzere nişantaşındaki mağazaya gittik (thoneti aldığımız gün) ama orada çeşit fazla değildi ve oradaki dolap benim hem çok hoşuma gitmedi hem debiraz sağlam değil gibi geldi. Sanki kapakları her an düşecekmiş gibi. Bir de dolabı alsak ayakkabılık olarak yapılmadığı için içine 1-2 raf daha yaptırmamız gerekecekti. Sonra mehmetle eylülde karyola istanbula geleceği zaman istanbula gelip maslaktaki mağazaya tekrar bakmaya karar verdik.

Ama aradan zaman geçince, ben o dolaptan vazgeçtim (halbuki holün halılarının desenini dolap kırmızı olacak diye değiştirtmiştim).

Nette buraya koymak için resim aradım ama Türkçe arayınca bir şey bulamadım. Daha önceki topladığım resimler harici hard diskte olduğu için ve de aramaya üşendiğim için elimdeki istediğim dolaplara pek de benzemeyen ama sonuçta çin dolabı olan bu resmi koyuyorum.

ilk bulduğum resim bu. benim bayağı hoşuma gitti. ama mavi. kırmızı bu kadr güzel durmaz gibi geliyor. Şimdi dediğim gibi netten dolap ve şifonyer resimleri indiriyorum. Kime yaptıracağım henüz meçhul. Önceleri abanoza yaptırırım diye düşünüyordum ama şimdi samsundaki ünlü Arif’e mi danışsam diye düşünüyorum. Muhakkak ki onun mobilyacısı vardır. Arif dekorasyonla uğraşıyor ve samsundaki zenginlerin çoğu evini ona dekore ettiriyormuş. Benim kuafördeki duvar kağıtları da ondan. Ümmühan da ondan avize almak istiyor. Bu arada bizim avizelerimiz de yok ama ben onları aceleye getirmek istemiyorum. Ben de ya ariften alırım yada istanbulda iyice gezip karar veririm diye düşünüyorum.

bu dolabı şuradan buldum. zaten çoğunu oradan buldum. bu dolap hoşuma gitti. tabii telli olan kısım kapalı olacak. ama aynısını kimse yapamaz.

bu da aynı siteden. ama fazla çekmeceli. benim bu kadar çekmece işime yaramaz.

bugün de bunu buldum ve kafam karıştı. acaba kırmızı dolaptan vazgeçip böyle bir şey mi yaptırsam?

aslında senelerdir aldığım dekorasyon dergilerinde gördüğüm, türkiyede de bir mağazada satılan, ama hatırladığım kadarıyla yanına yaklaşılamayacak kadar pahalı olan şu sayfada olan ve introyu geçmezseniz adamın çizdiğini göreceğiniz ve içerde de farklı renkleri olan şifonyerin biraz değiştirilerek bana ayakkabı dolabı olabileceğini umut ediyordum. ama gerçekçi düşününce bu kadar güzel birşeyi burada yaptıramayacağımı kabulleniyorum. eğer yapılabilseydi.

sanki çekmece varmış gibi yapılmasını ve burdaki gibi yandan açılmasını istiyordum. Kırlente gelince dediğim gibi kırmızı ve mavi olmak üzere iki grup kırlent istiyorum. Sayısına karar vermedim. Onları da yavaş yavaş toplamak istiyorum. Bazen mavi olanları (perde mavi olduğu için) bazen de kırmızı olanları kullanmak istiyorum.

arife gidersem moissonier'dekilerden yapılabilir mi diye tabii ki soracağım. aynalı olan da hala kafamda, ama en yapılabilecek olan bu modelmiş gibi geliyor.

kırmızı değil tabii ama içini bu dolaptaki gibi kırmızı yaptırabilirim. inşallah bu problemi en kısa sürede halledebilirim.

benim için her zaman önemli olan istediğim şeyin olması. eğer istediğim olmazsa istediğim olana kadar beklemeyi tercih ederim. kırlentleri de zamanla yavaş yavaş almayı planlıyorum. ne kadar sürer bilmiyorum. aslında thomas paul'den çok güzel kırlentler beğendim ama hepsi biraz tuzluya gelir. thomas paul'ün kendi sayfası da çok güzel. kuşların sesini duyuyor musunuz?



Bayağı hoşuma gittiler ama fiyatları pahalı mı normal mi pek karar veremedim. en çok 1,2 ve 4 numaraları sevdim. O yüzden biraz daha bekleyeceğim. Bir de ikeada da bunlar gibi kırmızı beyaz bir kumaş görmüştüm, istanbula gittiğimde ona bakmak istiyorum.

mavi olarak da başka bissürü güzel kırlent var ama şu daha çok hoşuma gitti.

bir de benim renklere uymamasına rağmen şu iki kırlenti sevdim. apollo ve artemis.

bir de rıfat özbek'in seyahatlerinden topladığı kumaşlarla yapılan yastıkların satıldığı, 'yastık istanbul'daki
Türk bayraklı kırlent hoşuma gitti. ama onu güzel bir bayrak bulunca kendim yapmayı düşünüyorum. aslında yozgatta düğünlerde eve bayrak asılırmış, öyle bir adet var. ve düğün sonrası onu alana bayrak karşılığı hediye verilirmiş. bizimkisini bayram beyin eşi arife almış. ekmek kızartma makinesi karşılığı bayrağımızı geri aldık. onunla yapmayı düşündüm, hem de iyi bir hatıra olur diye düşünmüştüm ama onun kumaşı bayağı inceymiş.

Thursday, August 28, 2008

yatılı misafirler

Geçen hafta Çarşamba akşamı mehmetin anne, babası, kuzucuk ve ailesi bizi ziyarete geldiler.
Onlar gelmeden bir gün önce mehmetle kırılacak, dikkatlerini çekecek ne var ne yoksa yatak odasına taşıdık (hala da ordalar). Onlar gelene kadar evi bir kez daha süpürüp, sildik. Market alışverişi yaptık, yemek hazırladım. Onlar geldiğinde hala yemek yemediğimiz için bayağı acıkmıştık.
Yemek sonrası balkonda çayımızı içtik (balkonumuza nihayet cam takıldı ve mutfak masasını oraya koyduk) ve yataklar yapıldıktan sonra bize ev hediyelerimizi verdiler. Kayınvalidem şekerlik, vazo, takılarım için kalpli bir kutu ve bir de güzel bir pijama getirmiş. En çok pijamayı sevdim. Kuzucuklar ise kocaman bir çerçeve getirmişler. İlk gördüğümde Allah, ya kötü bir şeyse ne olacak dedim kendi kendime. Mehmet de aynısını düşünmüş, tabii en çok da ya Nermin sevmezse? doğrusu tabloyu ilk gördüğümde daha çok beğenmiştim. Şimdi ise kendi çerçevemle değiştirerek kullanırız diyorum.
Onlar buradayken, Mehmet icapçı olduğu için şehir dışına çıkamadık. Perşembe günü bolamana gittik. Hepimiz pide yedik, buranın pidesi ünlü diye. Ama akşam hepimizi biraz rahatsız etti. Mehmet ve çocuklar denize girdiler.
Cuma günü Mehmet de ben de hastaneden erken çıkamadık. Eve geldikten sonra Mehmet onları alıp çamlık’a götürdü. Eve hava karardıktan sonra geldiler. Çünkü kuzucuğun oltasını denemeye karar vermişler ve 6 tane istavrit yakalamışlar. Eve geldiklerinde bayağı sevinçlilerdi. Ben güya evde biraz dinlenecektim ama olmadı. Yemeği yapayım sonra da evi süpüreyim derken onların gelme saati oldu. Çorba olarak esranın tuzotlu çorbasını yaptım. Sanırım tuzotu biraz fazla kattığım ve de erken yaptığım için çok da güzel olmadı. Mehmet tadına bile bakmadan ‘bu çorbayı içmesem olur mu?’ deyince sinirlerim tepeme sıçradı. Kendimi tutamayıp ailesinin yanında senin emeğe hiç saygın yok dedim. Mehmet tabii neden böyle sinirli olduğumu önce anlayamadı. Sonradan ona hiç uyumadığımı, hatta hiç oturmadığımı söyleyince durumu anladı. Sonradan akşam yemeğinde öyle suratım asık durduğum için çok üzüldüm ve pişman oldum. Misafirlerin önünde hem de kayınvalidem ve kayınpederim varken böyle bir şey yapmamam gerekirdi.
Cumartesi kahvaltı yaptıktan sonra millet ilçe merkezine gezmeye gittiler. Mehmet kendine de olta almış. Beraber denedikten sonra bir tane de bana alacağız. Bakalım belki de istanbuldan alırız. Onlar yokken ben de top kek yaptım ve patates haşladım. Çay yapıp yenge hanımların termosuna doldurdum. Orduda boztepeye çıktık. Biraz manzara seyrettikten sonra benim götürdüğüm şeyler sayesinde ufak çaplı bir piknik yaptık.
Boztepe sonrası biraz da sahilde oturduk.
Pazar günü kahvaltıyı çamlıkta yapalım daha hızlı olur dedik ama acayip kalabalık olduğu için bayağı geciktik. Arabayla termeye gittik ve Mehmet şehir dışına çıkamadığı için ben bizim arabayla milleti alıp samsuna annemlere götürdüm. Samsunda ümmühanı, ablamı ve çocukları gördüm. Beyazıta okul çantası almışlar o yüzden çok mutluydu. Muhammed de iyi görünüyordu. Ona yakında radyoterapi yani ışın tedavisi uygulacak. O yüzden bayağı tedirginiz.
Bu samsuna kadar ilk defa gidişimdi. Akşam hava kararmadan eve dönelim istiyordum ama Çarşambaya kadar hava karardı. Eve geldiğimizde saat 21 gibi bir şeydi. Mehmet, kuzucuk ve kızı balık/tavuk balık tutmaya gitmişlerdi ama hiçbir şey tutamamışlar.
Pazartesi biz işe giderken onlar da yola çıktılar.
Bugün günlerden Perşembe ama biz hala eve çeki düzen veremedik ve hala yorgunuz.
Bugün Mehmet telefon açtı ve güzel bir haber verdi. Karyolamız istanbula gelmiş, konteynırdaymış. Yani yakında evde olacak İnşallah.
Geçen hafta başında liseden arkadaşlarımdan biriyle buluştum. Bana en samimi arkadaşlarımdan birinin hamile olduğunu ima edince sinir oldum ve hatta bu sinirim birkaç gün geçmedi. Nasıl olur da benden önce öğrenir? Ve nasıl olur da arkadaşım beni hala aramaz? Acayip kırıldım ama sonra ak ile konuşunca beni biraz rahatlattı. Çünkü ondan önce de öğrenenler varmış. Neyse umarım doğduktan sonra arayıp, ‘yeğenin oldu’ demez.

Monday, August 18, 2008

tokat ballıca mağarası,zile

temmuzun sonunda iş sonrası evde hummalı bir çalışma beni bekliyordu. çünkü ev dağınık ve yapılacak bissürü ütü ve de tatil için henüz hazırlanmamış bir valiz vardı. hatta kandil günü dahi ben tv karşısında ütü yapmakla meşguldüm. bu arada da biraz sinirliydim. neden bu kadar iş yapmak zorundayım? neden tek başıma yapıyorum? gibi sebeplerle. ben böyle çok sinirli olduğum ve de işleri yetiştiremediğimde genelde mehmet de yardımcı olur ama her seferinde onun yaptığı işin üstünden bir kez de benim gitmem gerekir. neyse bu kadar işimin olmasının nedeni, bayram beyin bize gelecek olması ve daha sonra da gideceğimiz yozgat tatili sonrası mehmetin annesinin, babasının ve kuzucuğun ailesinin bizimle birlikte evimize gelme ihtimali olması. aslında sinirlenmeme rağmen davet eden de benim.
30 temmuz çarşamba günü bayram bey uçakla samsuna geldi ve mehmet gidip onu alandan aldı. bayram beyin evde olduğu sürece yani 3 gün, hiç yemek yapmadım. akşam yemeklerini dışarıda yedik. misafirimiz için sabah kahvaltısını ise sabah erkenden kalkıp, gözleme de dahil olmak üzere hazırladım.
ilk gün bolamana gidip balık yedik. bayram bey daha önce yediği için sadece çay içti. bolamandan sanırım daha önce bahsetmiştim, çok güzel bir yer.

dalgalar oturduğumuz masanın neredeyse ayaklarına kadar geliyor. bazen öyle dalgalar oluyor ki her an insana ıslanacakmış hissi veriyor. orada oturmak insanı çok dinlendiriyor. perşembe günü iş çıkışı ordu'ya gittik. boztepeye çıktık.

karnımız çok aç olduğu için oradaki iki tesisten birinde yemek yedik. yemek boyunca mehmet bu et kokuyor deyip durdu. yemek de kapalı oturduğumuz bölüm de hiç güzel değildi. mehmetin bayağı bir geç olarak turan'ın sakın boztepede yemek yemeyin dediği aklına geldi. boztepenin sadece manzarası güzel, o kadar. bir de kendi malzemeni götürürsen piknik yapılabiliyor.
aslında orduda güzel yemekleri olan bir restaurant varmış adı şu an aklıma gelmiyor. ama mehmet karnımız çok aç diye boztepede yiyelim demiş. (aşağıdaki resimdeki dağ tamamen yeşil gözüküyor. o yeşilliğin tamamı fındık. burada dağ, tepe fındık, nasıl topluyorlar bilinmez)

orduda bir de hünkar var, fatsadaki gibi. boztepeden aşağı inmek için başka bir yolu kullandık.

manzarası daha güzeldi ve görmek istediğim kiliseye iniyordu ama biraz sakindi ve bir daha bu yolu kullanmama kararı aldık.
orduda, fatsada ve ünyede eskilerden kalma evler var. orduda da bu evlerden bir kaç tane kilise civarında var. hatta daha sonra biraz daha ilerisinde (fatsa tarafında) iki tane birbirinin aynı evi restore edip otel olarak kullandıklarını gördüm.

taşbaşı kilisesi'ni sadece dışardan görebildik. netten kilise hakkında bulduğum ise;

biz gittiğimizde kapatıyorlardı.

aslında orduya gitmişken kelebek mobilyadan mutfak masamızı alacaktık ama kelebek mobilyayı bulamadık. migrosa gidip (güya alışveriş merkezi), marketten birşeyler aldık ve sonra da sahile gidip, orada indiğimiz boztepeyi ve o gün acayip dalgalı olan denizi seyrettik.

dönüş yolunda çotanak isimli mağazaya uğradık ve taze fındık, kavrulmuş fındık ve fındık yağı aldık.
akşam evde ordudan aldığımız mısırları düdüklü tencerede pişirdim ve ilk defa düdüklü tenceremi doğru şekilde kullanabildim, hızlı ve harika pişirdi. cuma günü onlar akşam dolunaya gittiler. ben işlerim olduğu için evde kaldım. bu arada geçici görevimin erteleme işi olmamış çünkü yol yapılmış (sözde). cuma günü geç yattık.
cumartesi günü saat 7 de kalkarız diyorken yarım saat gecikme ile kalktık. valizleri aşağı indirip, kapımızı bacamızı kilitleyip arabaya bindik. önce dolunaydaki çamlığa gidip orada kahvaltımızı yaptık. çamlıkta kahvaltı hem ucuz hem de 2 kişilik kahvaltıyla 3 kişi doyuyor. kahvaltının içinde kocaman bir tava melemen, patates kızartması, peynirli omlet, yağ, bal, peynir, zeytin, domates, salatalık, mis gibi taptaze pide, kızarmış sucuk, sosis, salam ve hepsi bir kişi için 10 ytl. ama dediğim gibi 1 kişilik olanla 2 kişi çok iyi bir şekilde doyuyor. bu kadar ayrıntılı yazdım çünkü samsunda hiç bir yerde bu kadar güzel kahvaltı görmedim.
kahvaltı sonrası ekşi mayalı ekmek alalım dedik ama karadeni fırınını bir türlü bulamadık. sonra başk bir fırından aldık ama aldığımız ekşi mayalı ekmek değil, normal trabzon ekmeğiymiş. fırın arama yüzünden planladığımızdan yarım saat daha geç olarak fatsadan çıktık.
arabada ben arkada oturdum ve uzun zamandır okuyamadığım, hbg'den aldığım maeve binchy'nin kitabı scarlet feather'ı okudum. tabii sürekli okuyamadım çünkü mehmet arada hanımm napıyorsun? hanımm neden etrafını seyretmiyorsun? deyip durdu. mehmet bana ailesinin yanında hanımm yada hanımcımm nerdesin? diye seslenir. kendi ailemin yanında ise ismimle.
ordunun sahilden içerde kalan ilçelerinde yol alırken hava tamamen soğudu.

kimi zaman sis içinde kaldık. sanki karakışta gibiydik. bazı yerlerde insanlar kaban, ceket giyinmişti.
sık sık inip resim çekindik. niksar yakınında bir çeşme başında inip önce su, sonra da termostaki çayı içtik. geçen sefer (temmuz başında yozgata mehmetle 3 günlüğüne gittik. bize çok iyi gelmişti, değişiklik olmuştu. perşembe iş çıkışı yola çıktığımız için biraz hızlı ve hiç durmadan yolculuk etmiştik. o dönemde bilgisayar çöktüğü için yazamamıştım.)

geçerken duramadığımız için resim çekinemediğimiz soy ismimizle aynı köyün tabelasının önünde bu sefer durup resim çekindik.

niksara uğrayıp bir kaç resim çektik. sonra tokata gittik. asıl hedefimiz ballıca mağarası olduğu için ve kapanış saatini de bilmediğimiz için tokatta sadece şöyle bir tur attık.
yolda mehmetle her zaman yaptığımız gibi yol üstü satıcılarından durup bir şeyler aldık. ordu sınırları içinde evlerinin önünde hamile gelin, kayınvalide, şirin mi şirin torun, komşular, (yanda fındık bahçeleri) oturmuş, sohbet eden, oya yapan, ayaklarında çorap olmayan (yani tamamen ev giysileri ile sabah sohbeti yapan) kadınlardan taze fındık aldık. daha sonra yediğimizde mehmet çotanaktan aldığımız fındığa göre bunun daha güzel olduğunu söyledi.

bir de tokat'ta önceki günlerde ordudan aldığımız mısır yetmez diye 23 tane daha mısır aldık. orduda bahçenin dibinden aldığımız şeftali,elma ve armutları ise hemen orada olan hortumda yıkayıp yemeye başladık. (bizim aldığımız mısırlar yanda, pek görünmüyorlar)
ballıca mağarasından önce yol üstünde mahperi hatun kervansarayının önünden geçtik ama

mağara sonrası buraya gelip yemek yeriz diye düşündük. mağara pazar ilçesinden 8 km uzaklıkta.
yukarı doğru çıkarken öyle muhteşem bir ova manzarası var ki anlatamam, turhal kaz ovası. mağaradan aşağı inerken bir kaç yerde durup resim çekindik.

ballıca mağarası kültür bakanlığına bağlı değil, valiliğe bağlı. kapıda bir adam görevli, bilet kesiyor. ama giriş kapısında hiç kontrol yok. adam göz ucuyla kapıyı nasıl kontrol ediyor bilmiyorum.
mağaranın içinde sürekli kameralar olduğundan bahsediyor ama o kameraları kim kontrol eder bilmiyorum çünkü mağaranın içinde 1 tane bile görevli yok. mehmetler biz evlenmeden önce (esme ile malezya-tayland'a gittiğimiz yaz) alanyadaki dim mağarasına gitmişler, orasının bunun yanında bayağı küçük olduğunu söyledi. eski zamanlarda bu mağarada eşkiyalar yaşıyormuş. içerde bissürü ceset bulunmuş.
bu resmi de buradan buldum. mağara hakkında ayrıntılı bilgi de yazıyor. mağara keşfedildikten sonra (1995 yılında keşfedilmiş) tabii ki içinde bayağı bir kazı yapılarak genişletilmiş. mağaranın girişinde yazdığına göre bu mağara için 600 bin dolar harcanmış. o zamanki vali mehmet özgün bu paranın tokat halkının parası olduğundan bahsediyor ve 'tartışılamaz, insanlık için helal olsun' diyor.
mağaranın içi gayet serin. aşağı doğru sürekli merdivenle inildiği (aşağıda yukarı çıkılan bir bölüm de var) için daha sonraki günlerde insanın bacakları bayağı ağrıyor.

mağaranın bir bölümü çok karanlık ve o bölümde çok kötü bir koku var. gölgeler şeklinde havada uçuşan canlıları görüyorsun, yarasalar. o kokulu ve ürkütücü bölümden uzaklaşmakla yarasalardan uzaklaşmış olmuyorsunuz, zaman zaman karanlıkta kalan yerlerde yine yarasalar uçuşuyordu. tabii bu durumda insanın ya yüzüme yapışırsa diye ödü kopuyor. mağara bayağı güzeldi, çok da kalabalık değildi, içerde bir kaç aile vardı.

bizim insanımızın sık sık yaptığı gibi burada da duvarlara kalpler çizilmiş, isimler yazılmış. biz de mağarada yasak olan birşey yaptık. bayram bey sürekli resmimizi çek deyip durdu. yasak dememe pek aldırış etmedi. ısrarına fazla dayanamadım ve mehmetin ve onun resimlerini çektim. ne yani onların resmini çekeceğim de buraya koymak için çekmeyecek miyim? ben ne yapayım onlar da içeriye görevli koysalardı (benim için değil, bayram bey için).
yukardaki resimde de yorgun bir şekilde mağaradan çıkan insanlar görülüyor. bu mağara gerçekten çok güzel, yolu buralara düşenlere tavsiye ederim. nette bunu buldum. harika birşey siz de mağarayı gezmiş gibi olacaksınız, sanal olarak.
bu resim de mağaraya ulaşmak için arabayla çıkılması gereken yol.
mağara sonrası dediğim kervasaraya gittik. burası restaurant, cafe olarak kullanılan bir yer. nette mağara hakkında birşeyler ararken burada kervansarayın restore edilmeden önce çekilmiş resimlerini buldum.
yemek yeme umuduyla gidip oturduğumuz masada servis alamayacağımızı çünkü bir kaç saat sonra orada bir düğün olacağını öğrendik.
masadan aç aç kalktık (mehmet daha sonra iyiki de yememeişiz, hiç de temize benzemiyordu dedi) ve yola devam ettik. yolun geri kalan kısmında yemek yiyecek bir yer olmadığı için ve bendeniz evi toparlamaya uğraşıp yol için pasta, börek bir şey yapmadığım için, trabzon ekmeğini yedik. eve varana kadar yarısı bitmişti. yanımıza hazır çorba almıştım ama yozgata vardığımızda aklıma geldi.
bundan sonra yolda ayçiçek tarlaları ve leylek resimleri çektim. geçen sefer yozgata giderken tokat ayçiçek tarlaları sapsarı görünüyordu.

hepsi tek tarafa (güneşe) dönmüş, sanki ibadet eder gibi yada bir konuşmacıyı dinleyen insanlar gibi. normalde mehmet muhakkak durur, resim çekmemi beklerdi ama vaktimiz az olduğu için ben de duralım demedim, o da durmadı.
(bu resimler de ilk yozgat gezisinden, aslında fotoğraf makinesi iyi çekiyor ama ben özelliklerini hiç bir zaman okumadığım için, hareket halinde hangi modda olması gerektiğini bilmiyorum).

(resim hareket halindeyken çekildi, yani ilk yozgat gezisinden)
ama öyle muhteşemdi ki, tokatta tarlaların çoğunluğu ya ayçiçek tarlası yada beyaz iplerle yukarıya tutturulmuş domates tarlaları.

bir de kayınvalidemden öğrendiğime göre tokatta çok fazla kuru fasülye yetiştiriliyormuş. gelelim leyleklere, mehmetle tüm yaz boyu nereye gitsek (samsun yolu, terme, çarşamba ve yozgat yolu) leylekleri takip ettik. havada mı uçuyor?

yavrusunu mu besliyor? nereye yuva yapmış? ilginç bir yere yuva yaptıysa benim ufak çapta çığlıklarımla mehmeti de o yöne bakmaya zorlarım. en ilginç gördüğümüz leylek manzarasını maalesef geçen seferki yozgat gezimizde gördük ve resmini çekemedik. ballıca mağarasınından sonraki yol üstünde bir yer var ki dar bir yol, ıssız ve her iki taraf kavak ağaçları ile dolu. bazı yerlerde etraf hiç görünmüyor ve sonrasında telefon direkleri farkediliyor (telefon direği olduğunu mehmet söyledi), etrafta başka hiç bir şey yok. üç tane peşpeşe direğin tepesinde tek ayakları üstünde duran iç tane leylek, öyle güzel görünüyorlardı ki. bu sefer geçerken büyük bir hevesle yine baktık ama orada değillerdi.

ayçiçeği tarlalarına gelince onlar da sarı renklerini kaybetmiş, olgunlaşmış, toplanılmayı bekliyorlardı. biz de tarlalara dikkatlice baktık belki sahibini görürüz de satın alırız diye umduk ama olmadı.
sonra zile'ye geldik. önceleri zile ticaret merkeziymiş, büyük bir şehirmiş. mehmetin amcalarından biri de sanırım buraya göçmüş.

mehmetler küçükken babaları da iş için zile'ye gidermiş ve mehmetle bayram bey sürekli babalarıyla birlikte gitmek isterlermiş. ama babaları genelde onları bırakıp kaçmayı tercih edermiş. kendi aralarında da zile için kavga ederlermiş.

o yüzden de ikisi için zile'nin bir anlamı var. bir sefer sanırım 4 yaşlarındayken sabah babalarının sesini duymuşlar, yine onları bırakıp evden çıkmış. bunlar da peşinden pijamaları üzerlerinde, ellerinde kıyafetleri ve ayakkabıları, traktöre atlamışlar.

zile bizi gerçekten çok şaşırttı.
önce büyük güzel bir cami gördük, ulu camii imiş. karşında zile itfaiyesi. bir kaç resim çektim, sonra ilerdeki evleri görünce onlara doğru yürüdük.

ama yürümeye vaktimiz yoktu ve her yer eski evlerle doluydu bu yüzden arabayla gezindik demek daha doğru olacak.
buradaki evler safranbolu yada beypazarında olduğu gibi otel, restaurant olarak kullanılmıyor, genelde hepsinde insanlar yaşıyor. bir kısmı ise metruk.
ama öyle muhteşemler ki bence burası restore edilse safranbolu ve beypazarına bin basar. bir de diğer iki ilçede ev sayısı çok azken burası tamamen bu evlerle dolu. sadece bakımsızlar. sanırım seneye tekrar gideceğiz, sinan beyle birlikte.

o zaman mahalleler içinde istediğimiz gibi dolaşırız da. her mahallede güzel bir cami vardı.

iki tane de hamam gördük.

bir de zile'nin kalesi var, kaleye de çıktık, insanlar burada piknik yapıyorlar. tepede olduğu için evlerin çatıları güzel görünüyor.

kalenin içinde eski lahit taşları ve çeşitli taşlar var.

buranın asıl ünü sezardan geliyormuş. zamanında sezar burada bir savaş kazanmış ve 'veni, vidi, vici' 'geldim, gördüm, yendim' demiş ve bir taş üzerine bu söz yazılmış.

oradaki üstü yazılı taşı biz bu önlü taş sandık ve resmini çektik. daha sonra netten baktığımızda gördük ki taş çoktan çalınmış.
bu da netten; Tarihi kral yolu üzerinde bulunan Zile'de tarihin en büyük muharebelerinden biri cereyan eder. Roma diktatörlerinden Sezar, II. Pharneke ile Zile ovasında M.Ö. 47 yılında yaptığı savaşı kazanır ve Roma'lı dostuna tarihteki en kısa mektubu veciz bir ifadeyle Zile'den gönderir. VENI ' VIDI ' VICI (GELDIM ' GORDUM ' YENDİM).

zile'de bol bol mehmetle bayram beyin resimlerini çektim. yolun geri kalan kısmında ilginç bir şey yoktu. hava kararana kadar kitabı okumaya devam ettim. eve vardığımızda saat 21 civarıydı. ayşe ablanın bizi bekleyen çocukları çubuk kraker ve emre (emrah'tan yine vazgeçtim) bizi görünce çok sevindiler. kucaklaşma faslından sonra hemen yemek yedik. ve akşam sohbetle geçti. çok geç olmadan da yattık. gece 12 civarında çocuk sesleri ile uyandık. kuzucuk ve ekibi her zamanki gibi geç vakitte eve giriş yapabilmişlerdi. mehmet abisinin yola geç çıkmasına (istanbuldan saat 16'da çıkmışlar) ve sonra da eve çok geç gelip (bazen sabah namazında) milleti rahatsız etmesine sinir oluyor. hatta sürekli ona bunu belirtecek iğneleyici laflar da söylüyor (hatta bazen ben utanıyorum) ama huylu huyundan vazgeçmez, öyle değil mi? gece ben kısa bir uyanmanın ardından uyumaya devam ettim ama mehmetin uykusu kaçmış ve uzun zaman uyuyamamış. tabii uyuyamadıkça daha çok sinir olmuştur.

evet bu yazı ve yozgat tatili ve de mobilyalarımızı alma serüvenimiz dün hastanedeki ilk nöbetimde yazıldı ama resimleri yerleştirmek o kadar vakit alıyor ki diğerleri ne zaman gelir bilemiyorum. bir de çarşamba günü kuzucuk ve ailesi ve mehmetin anne babası bize geliyorlar. yani yapacak çok işim var.