Monday, January 28, 2008

23 ocak

Pazar günü kuzucukla maskoda casa’ya gittik. Koltuk takımlarına ve yemek odalarına baktık. Beğendiğim bir yemek odası takımını bizimle ilgilenen adam tavsiye etmedi. Biz çok taşınacağımız için çizilirmiş, bize o takım yaramazmış. Onun yerine koyu renkli bir takım gösterdi. Mehmet de ben de beğenmedik. Koltuk takımlarının yüzlerinin çıkıp çıkmadığını, yıkanıp yıkanmadığını sormayı akıl ettim de açılıp yatak olup olmayacağını akıl edemedim. Koltuk takımları 5000 ytl civarındaydı. Beğendiğimiz bir televizyon duvar ünitesi de 3000 ytl civarındaydı. Daha önceden oturma odası için baktığım koltuk takımlarını şimdi salon için bakıyorum, muhtemelen büyük bir ev bulamayız diye. Şimdilik sadece bakıyoruz. Mehmet benim tayin yerim belli olana kadar ev tutmayalım diyor. Belki de annemlerden her gün ünyeye gidip gelecek. Maskoda başka yere bakmadan çıktık. Eve geldiğimizde herkes şaşırdı, çok daha geç geleceğimizi zannetmişler. Annem arabaşının çorba kısmını yapıyordu ve bana da gösterdi. Kuzucuk da arabaşı çorbası var diye Mehmet davet edince bizimle eve gelmişti. Hep birlikte sofraya oturduk. Bir tepsiyi bıraksak babam hepsini yerdi ama annem ona izin vermedi. Bizim hakkımıza göz dikmemesini söyledi. Kuzucuk biraz titiz olduğu için kendine hamurlardan ufak bir tepecik yapmıştı ama gül böceği onun hamurlara göz dikti ve sürekli onun hamurlarını tabağına doldurup durdu. Arabaşı çorbasının kocaman kocaman baklava dilimleri şeklinde hamurları oluyor. Bir tane hamurdan alıyorsunuz biraz da çorbadan, sonra hamuru çiğnemeden yutuyorsunuz. Ben bu işi bayağı iyi yapmaya başladım. Geçen yıl arife’nin yaptığı (arife bayram beyin eşi, hani şu yazın doğum yapan, mehmetin prenses diye nitelendirdiği eltim. Eşine bayram dediğim için ona da arife diyorum) arabaşını yerken hamuru yutarken boğulur muyum diye düşünüyordum ama boğulmadığımı gördüm. Mehmet’e yaptığım bir kaç denememi yedirdikten sonra annemlere de yapmayı planlıyorum.
Gece Sinan bey nihayet geldi, gül böceğinin sevinci görülmeye değerdi. Biraz oturduk, sohbet ettik.
Pazartesi günü Sinan bey, Mehmet ve ben kuzucuğun arabasını alıp maslak’a gittik. Hedefimiz pabetland’dı ama paşabahçede öğrendik ki orası kapanmış. Paşabahçede gezindik ve biraz alışveriş yaptık. Yeni yemek takımımızın yanına aldığım 12 kişilik yemek takımı (52 ytl) alt kattaki outlette 32 ytl idi. Ama değiştirmedik, Mehmet kendimizi teselli için ‘kimbilir onlara kaç kişi dokunmuştur’ dedi. Oradan çıkınca mudoya uğradık. Sinan bey girişi kaçırdığı için arabada bekledi. Harika antik, çin dolapları vardı. Mehmete gösterip bak bunlardan istiyorum dediğimde ‘o eski şeyleri ne yapacaksın? Madem o kadar para vereceğiz yeni bir şey al’ deyip beni biraz güldürdü. Arabaya dönüp Sinan beye anlattığımızda gelmediğine çok pişman oldu. Sonra tekrar gideriz dedi ama o nasıl tekrar gider bilmiyorum.
Pazartesi geceden sabah erken kalmaya anlaşmıştık ama benim dışımda kimse kalmadı. Mutfakta kahvaltı hazırlarken radyo açtım, ses yaptım, tek umudum gül böceği bile uyanmadı. Mehmete gidip kalkması için yalvardım. O da bana uyumak için yalvardı. Sen de gel yat dedi. Çayı demlemişim, patatesi kızartmışım nasıl yatayım? Mehmet kızdığımı görünce hemen kalktı. Üzülmeme dayanamıyormuş, ama bunu ona karşı silah olarak kullanmamam gerekiyormuş. Kalktı ve ekmek almak için çıktı. Ben de kahvaltıyı odamızda yaparız diye düşündüm ve sofrayı orada hazırladım. Mehmet gelmeden onlar da kalktılar ve bizim odada hep birlikte kahvaltı yaptık ve hazırlanıp evden çıktık. Gül böceği de bizimle geldi. annemi kuzucuklardan alıp mercana gidip arabayı otoparka bıraktık. Beyazıt meydanına gittik, Beyazıt camiini gezdik. Harika bir şadırvanı vardı. Oradan sahaflara geçtik. Biraz gezindikten sonra bayram bey geldi ve okuldan arkadaşının resim atölyesine gittik. Birkaç öğrenci karakalem çalışıyordu. Duvarlarda resimler asılıydı. Çay içtik ve biraz sohbet ettik. Sinan bey yağlı boya resim istediği için bu adam sulu boya çalıştığı için başka bir arkadaşına götürmeyi teklif etti. Biz yolda onlarla gitmekten vazgeçip ayrıldık. Sinan bey zonaronun dolmabahçe önünde alman kayserinin karşılandığı bir resim almış ve bir de senelerdir sarıkayadaki mutfak duvarında asılı duran takvimdeki resmi yaptırıyormuş. Osmanlı ressamlarından Halil paşanın kahve pişiren bir kadın resmi. Resimdeki kadın anneme (kayınvalidem) çok benzediği için Sinan bey annemin vesikalık resmini götürmüş ve resimdeki kadının anneme benzemesini istemiş. Total 2000 ytl ödeyecekmiş.
Biz onlardan ayrılınca Namık kemal müzesine girdik. Müzede bir şey yoktu. Sadece kitaplar vardı. Yolun karşısına geçip içinde türk ocağının olduğu mezarlığı gezdik (buraya asistanlık dönemimde birkaç kez ramazanda hb’nin üniden 2 arkadaşıyla birlikte gelmiştik). Ziya gökalp’in mezarı vardı. Mezarlıktaki asıl yapı 3 padişahın bulunduğu türbeydi. Türbeyi ziyaret ettik. Sultanahmet camiini karşıdan seyredip kestane yerken diğerleri geldiler. İbadet için sultanahmetin karşısındaki firuzağa camiine girdik. Bayram beyin önceden dediği gibi yerden ısıtmalıydı. Bu sayede ayaklarım biraz ısındı. Kapı girişinde de herkese ayakkabılarını koyması için yeni poşet veriyorlar. Büyük camilerde bile böyle değil. Tuvaletinde de sıcak su akıyor. Sonrasında alman çeşmesini ve hipodromu gezdik. Bol fotoğraf çektik. Resimleri koyamadığıma çok üzülüyorum. Sultanahmete girdik. Özlemişim ve unutmuşum içini. Camii sonrası ayasofya yakınındaki hamama girdik. İçerde türk el halıları vardı. Annemin hamam bayağı hoşuna gitti. Hava kararmak üzereydi. Mehmet illa topkapı sarayının kapısının önündeki çeşmeyi de görelim dedi. Harika bir çeşme. Buraya kadar gelmişken Mehmet soğuk çeşme sokağına da girelim dedi. Oraya da girdik. Sonra taksiye atladık ve mercandaki otoparka gittik. Arabayı alıp eve döndük.
Güya uzun uzun anlatacaktım ama resimler olmayınca ve dolu dolu geçen günlerin tamamını yazamayınca böyle yarım yamalak yazdım işte. resimleri buraya koyamadım ama buraya koydum.

bomba, peti amca, zaki abla

4 ocakta mehmetin askerliği bitecek ve istanbulda buluşacaktık. Perşembe günü samsunda kuaföre gittim. Öğlen gibi kuafördeydim. Saat 5 gibi ümmühanla buluşup dekorasyonla ilgili bir mağazaya gidecektik ama benim işim o kadar uzun sürdü ki ümmühan beni kuaförde biraz bekleyip dişçideki randevusu için gitti. Kuaförde olmak saçımla başımla ilgilenilmesi hep hoşuma gitmiştir ama her seferinde süre o kadar uzuyor ki sonunda ben yeter artık bitse de gitsem diye düşünmeye başlıyorum. Sağolsun kuaförümün eli de biraz yavaş. Her seferinde biraz geç kalıyorum. Oturmuş beklerken telefonum çaldı. Mehmet diyarbakırda bombalama olduğunu (yerini tarif etti), kendisinin iyi olduğunu, merak etmememi söyledi. İyi olduğunu duymama rağmen o kadar korktum ki, titremeye başladım. Hemen bir haber kanalı açıp bakmaya başladım. Elimde olsa oradan çıkana kadar hep haberlere bakardım ama başkaları da vardı.
Diyarbakırda bomba patlamış, hem de mehmetin askerliğini bitirmesine 1 gün kala. Mehmet o gün evlenmek üzere olan bir hemşireye hediye almış, pasta almış. Servisteki hemşirelerle pasta yemişler, resim çekinip vedalaşmışlar. İki arkadaşı ile hastaneden ayrılmış. Apartmanımızın hemen karşısındaki özel çocuk hastanesinin önündelermiş ki, bomba patlamış. Ömer hemen yere çömelmiş. Mehmet vücudumdaki bütün kan boşalmış gibi hissettim diyor. Havaya birden toz bulutu çıkmış (İstanbuldaki ingiliz konsolosluğundaki patlamada da öyle olmuştu. Cengiz ağabeyin koltuğunda otururken görmüştüm.). çevrelerindeki apartmanların camları aşağıya inmiş. Sonrasında veda ettiği arkadaşlarının yanına geri dönmüş. Allaha orada olmadığım için şükrettim. Hemen evimizin dibi. Daha önce aynı yerde olan trafo patlamıştı da ödüm yüreğim yarılmıştı. Apartmanımızdaki tüm dairelerin camları inmiş. Hem patlama sesi, hem camların inmesi, hem de mehmetin çıkış saati olması sebebiyle ona bir şey olma ihtimali benim ödümü kopartırdı. Tv’de her zamanki geçtiğimiz yerleri görmek, dersanenin kalebodurlu duvarını görmek öyle garipti ki. Tanıdığım insanlardan sadece mehmetin teknisyenlerinden birinin eşi yaralanmış. Bize bayramda gelmişlerdi. Çok efendi bir adamdı. Hatta Mehmet ameliyatı sırasında onu yalnız bırakmamış da mehmete doktor bey sizi sade bir törenle uğurlamadık görüyorsunuz demiş.

Gelelim bugüne; 5 ocakta istanbula geldim. Mehmetle bir araya geldik. Bizden kısa bir süre sonra (sanırım 1 gün sonra) konyadan Sinan bey, eşi (verda) ve kızları gül böceği geldiler. Sinan bey birkaç gün kaldı ve gitti. O günden beri fatihteki 80 metrekarelik evimizde (tam olarak o kadar alanda yaşayamıyoruz tabii ki, çünkü bir oda da bizim eşyalarımız için depo görevi görüyor) komün hayatı yaşıyoruz. Bir odada verda ve gül böceği, diğer odada Mehmet ve ben. Sinan bey doğuma birkaç gün kala geldi. neredeyse biz doğurtup verdayı konyaya geri gönderecektik. Bu süre zarfında ben evin annesi rolünü üstlendim. Evin temizliği ve yemeği bana aitti. Gül böceği annesinden ziyade babasına düşkün olduğu için babasını hatırlatmamak için elimizden geleni yaptık. Babasından bahsederken father diyorduk. Aslında gül böceği hiç de güzel bir çocuk değil. Ailenin en çirkin çocuğu bile denebilir. Ama birlikte olduğumuz sürece kendini çok sevdirdi ve şimdi gözüme çok güzel olmasa da çok şirin gözüküyor. Mehmete peti amca, bana da zaki abla diyor. Çok kızdığında sen git diye bağırıyor. Bir de sen yaramazsın diyor. Mehmeti pek sevmiyor, onunla dışarı çok nadiren çıkıyor. Beni ondan daha fazla seviyor. Bana iyi geceler öpücüğü verirken ona hiç öpücük vermiyor. Bazen birlikte gıdıklama oyunu oynuyoruz. Bazen de çantalarımı karıştırıyor. Fotoğraf makinesi ile oynamayı seviyor. Makineyi eline aldığında genelde ters tutup kendini çekiyor. Bunları yazıyorum seneler sonra okuduğumda gül böceğinin bu halini hatırlamak için. Biz bu evde tıkış pıkış dururken bayram beylerin de kombisi bozulmuş, onlar da kuzucuğun evine taşındılar. Kayınvalidemler de var tabii. Zor günlerdi. Bizimkisi 1 aylık bir tatil değil, sadece gün saymaya dönüştü. Bu zor günlerde tek dayanağım mehmetti. Önemli olan birlikte olmamız değil mi? Herkes zor günler atlatıyor, benimkisi bir şey mi? (bunlar içimden bazen geçen şeyler) Arada mehmete mobilya vs bakmaya gitmiyoruz diye çok kızdığım oldu ama o ‘bana güven, istediğin her şeyi alacağım’ dedi. Ben de ona güveniyorum. Kendimi üzmek de istemiyorum. Çünkü ben üzülünce o da üzülüyor ve bir de bana kendimi üzdüğüm için kızıyor. hala komün hayatı bitmedi. sinan bey çarşamba sabahı verdayı ve iki çocuğunu bizimle bırakıp abd'ye gidecek.

Sunday, January 20, 2008

eminönü,nişantaşı,kariye

aslında 1600 km'lik yolculuğumuzu anlatacaktım ama firefoxta sorun var, o yüzden de resimleri koyamıyorum. bakalım sonraya İnşallah. Mehmetle pazartesi günü nihayet eminönüne gitmek üzere vezneciler otobüsüne bindik. Beyazıt meydanına yürüdük. hava çok güzeldi. Eminönüne inerken daha önce hb ve ak ile birlikte gittiğimiz bakırcıya gittik. Çok güzel şeyler vardı. İstediğim kocaman sarı sarımsak döveceğinden vardı ve fiyatı 109 ytl falandı. Hem pahalı hem de pahalı. Dikkatimi çeken bissürü şey vardı ama her şeyi aldık da onlar mı kaldı?
Mehmetle yolda eşyaların alınmasıyla ilgili son günlerde can sıkıntımın yersizliği hakkında konuştuk. Biraz birbirimize kızdık ama sonra birkaç sözle her şey eskiye döndü. Kürkçü hana gittik. Mehmet de tanıdı artık hanı, Seyhan teyzenin yanına gittiğimizde aaa bu ip aldığın yer değil mi dedi. Kürkçü handa benim diyarbakırda başladığım battaniyenin biten ipini aradık ama nafile. Son baktığımız ipçi son 9 ay içinde bu iki rengi hiç görmediğini, boşu buşuna aramamamı söyledi.battaniyenin ana rengini tamamen değiştirmem gerekecek. Oradan sadece bir çift şiş alarak çıktık. Aşağı doğru yürüdük ve uzun zamandır gitmediğim havuzlu hana gittik. (google'da havuzlu hana nasıl gidildiği çok aratıldığı için, nasıl bulunacağını buradan, fatsadan anlatmaya çalışacağım. yeni caminin arkasında, solda bir türbe var. sanırım oradan çıkılırsa bulunabilir. ya da saray muhallebicisinden yukarı doğru çıkılırsa (mahmutpaşaya doğru), yapıkredinin yukardaki binasına kadar (bir tane de aşağılarda bir yerde var), bu binadan sizin saınızdaki kalbalık yoldan yukarı doğru devam edeceksiniz (burada millete sorarsanız tarif de edebilirler, çünkü yakında) ve yol sağa kıvrılıyor, devam ediyorsunuz ve havuzlu hana orlarda bir yerde solda kalıyor. önünde pardesü istermisin abla diyen adamlardan var. umarım yardımcı olabilirim.) Daha önce ümmühanın her iki çocuğu için, beyazıt için ve meral için alışveriş yapmıştık. Fiyatları gayet uygun bir mağaza. Mehmetle Verdanın (Sinan beyin eşi) haftaya doğuracağı bebeği için biraz alışveriş yaptık. Mağazanın organizasyonu ben görmeyeli değişmiş. Her zamanki gibi bir kişi bize eşlik etti (bu sefer market arabasıyla) ve istediğimiz her şeyi verdi. Bana kalsa daha bissürü şey alırdım ama verda fazla şey alınmasını pek istemiyor. Onun siparişi dışında hastanede oda kapısına asılmak üzere çok güzel bir süs, gelen hediye altınların iğnelenmesi için saten süslü bir yastık ve çikolataların konması için süslü bir sepet aldık. Özellikle kapı süsü biraz pahalıydı, verda istemez diye Sinan beyi aradık. O da ne lazımsa her şeyi alın ben öderim dedi. Anladığım kadarıyla biri pek para harcamayan, diğeri de her şeyin pahalısını alan bir çift. Bankadan para çekmeyi unutmuşuz, cebimizdekilerle zorla parayı denkleştirip parayı ödedik ve oradan çıktık.
Mısır çarşısına girmeden eminönüne her gittiğimde muhakkak uğradığım sarılgana girdik. Ümmühana süzgeç aldım. sonra mısır çarşısına girdik. Mehmet Malatya pazarından gün kurusu kayısısı baktı. Fiyatı diyarbakıra göre çok daha pahalı. Rengi ve kokusu bizim yediğimiz kadar güzel olmadığı için almadık ama Mehmet kafaya takmış muhakkak gün kurusu alacak. Patlıcan kurularının fiyatı ise 8 ytl idi (urfada 6 ytl idi). Sonra arifoğluna gittik ben baharatlarımı oradan aldım, yıldız anason, kaküle, zerdeçal ve loğusa şekeri (verdanın doğumundan sonra ikram etmek için loğusa şerbeti yapmaya karar verdim. Aslında bizde adet değildir, Mehmetlerde de öyle. Daha önce hiç içmedim ama nette okuduğum kadarıyla güzel bir şey heralde. Gerçi kimse gelmeyecek ama bizbize içeriz İnşallah). Mısır çarşısı sonrası asıl eminönüne gelme sebebimiz olan doğu bank civarındaki porselenciye gittik ve kaç senedir istediğim tabak takımını (fine china, spring symphony) aldık. Yemek takımı ile birlikte çay takımı(12 kişilik) ve 6 kişilik kahve fincanı takımını da aldık. Totalde 109 parça. Alevlide sorduğum fiyata göre bayağı hesaplı oldu. Akşam eve getireceklerini söylediler ve daha önceki alışveriş poşetlerini de oraya bırakıp, elimizi kolumuzu sallayarak üst geçitten karşıya geçtik. Mehmetle bir müddet senelerdir kullandığım üsküdar iskelesinin yerle bir olmuş haline baktık. Hava kararmıştı ve biz iskele civarında piyango biletlerimizden birine çıkan 6 ytl’yi almak üzere büfe benzeri bişey aradık ama öyle bir yer bulamadık. İskelede yürürken, balık ekmek kokusu ve görüntüsü üzerine mehmeti zorla ikna edip (benim gibi bir hanımefendi ayaküstü bir şey yermiymiş, bana hiç yakışmazmış. Neden yakışmasın? Bal gibi yakışır) balık ekmek aldık, ama sadece bir tane. Yanında turşu suyu da olmasını o kadar isterdim ki ama yoktu. Orada aklımdan kaç tane hatıram geçti ( babamın küçükken annemle birlikte bizi buraya getirmesi ve bize balık ekmek ve turşu suyu alması (annem hala söyler), Elifle koştura koştura balık ekmek ve turşu alıp yağmurlu bir günde vapura binip kadıköye geçmemiz, servisten birkaç kişi gelip balık ekmek yememiz ve sonrasında da iskeleye yanaşan vapur yüzünden her yerimizin ıslanması….). kenarda ben balık ekmek yerken esme aradı. Mehmet onunla konuştu. Ama ona benim balık ekmek keyfimden bahsetmedi, canı çeker diye. Hava bayağı soğudu, Mehmet kestane aldı ve bir de kestane yedik. Sıcak kestane ile ellerimi ısıtmaya çalıştım. Kestane de bitince taksiye atlayıp evin civarına geldik. Eve çıkmadan pazara uğrayıp alışverişimizi yaptık. Yufka aldık ve eve gelince gözleme yaptım. Yemek sırasında benim takım geldi ve yemek sonrası hemen mehmetle kontrol ettik. 1-2 parçada minicik bir hava kabartısı gibi bir şey vardı. Telefon açıp götürüp değiştireceğim.
Mehmet yemek takımı sonrası neşem yerine geldiği için mutlu oldu ve benden kendimi bir daha üzmeyeceğime ve hiçbir şeyi dert etmeyeceğime dair söz aldı.
Salı günü ise mehmetle Sinan beyin kızını da alıp evden çıktık. Otobüse bindik ve gülse ile Mehmet yavuzselim de kuzucuğun evine gitmek üzere indiler. Gülse mehmeti sevmiyor ben de gittiğim için birlikte gitmeye ikna oldu. Ama otobüsten indikten sonra eve varana kadar benim adımı sayıklayıp durmuş. Mehmet hem çocuğa hem şemsiyeye hakim olamaz diye şemsiyeyi açmamış ve eve varana kadar sırılsıklam olmuşlar. Ben nişantaşına gittim ve önce bir tokacıya uğradım. Daha önce oradan aldığım tokaları 1 senedir aralıksız kullanıyorum ve hiçbir şey olmadı. Orada bayağı pahalı ama o kadar da güzel bir anahtarlık beğendim. Ablamın muhammedin doktorlarından biriyle ilgili anlattıkları aklıma geldi (doktorlardan biri çok süslü püslüymüş ve ablam onu her gördüğünde aklına ben geliyormuşum. Kadının çok da güzel bir anahralığı varmış. Ablam son gittiğimde ‘muhakkak sen de kendine güzel bir anahtarlık al’ dedi.). ama düşündüm ki benim şuan ne evim ne arabam var, bu anahtarlığı nerede kullacağım? Kendime almaya kıyamadım ve yakında görüşmeyi planladığım arkadaşım nalana hediye olarak almaya karar verdim. Kendime 2 tane toka alıp çıktım (çok dikkatsizim, ikisi de ufak tokaymış). Desaya uğrayı evde giymek için aradığım siyah ayakakbı için bakındım. Hoşuma giden bir şey vardı ama rahat değildi. Vakkoya gidip kendime 2 tane eşarp aldım. bir tanesi bayağı tuzluya geldi. bir de verdanın doktoruna götürmesi için bir kutu çikolata aldım. bayağı yağmur yağıyordu. Hemen metrocity’ye giderim diye düşünürken nişantaşında bayağı vakit geçirdim. Ben buralardan gideli ne kadar değişiklik olmuş. City’s diye alışveriş merkezi ben giderken yapılıyordu, şimdi açılmış. Ama ben içine girmedim. Onu yerine mudoya girdim. İstediğim çin dolabı için bakındım. Çok güzel dolaplar vardı ama benim istediğimden yoktu. Evde arayıp da rahat rahat konuşamıyorum diye nalanı aradım ve onunla konuştum. Park bravoya girip ayşenurun yeleğine baktım. Sonra metroyla metrocity’ye geçtim. Orada fazla kalmadım. Anneme bir eşarp ve kendime body shoptan greyfurtlu kremimden (%50 indirime girmiş).
Akşam mehmetle odamıza geçip kabadayının yarısını seyrettik. Mehmet diyarbakırda ben yokken arkadaşlarıyla sinemada seyretmiş, ama hiç beğenmemiş. Onun aksine berat çok beğenmiş ve bana filmi o verdi. Filmin yarısının yarısında verdanın burnu kanamış o yüzden biraz tedirgin olduk ama gecenin geri kalanında Allah’tan bir sorun olmadı.
Bugün ise (yani Çarşamba) kahvaltı sonrası verda ve gülse ile tıpış tıpış (9 aylık bir gebe ve küçücük bir kızla başka nasıl yürünebilir?) yürüyerek yakındaki bir mağazadan verdaya sabahlıklı bir gecelik takım aldık. Markete uğrayıp son eksiklerini aldık ve eve döndük. Evde kısa bir dinlenme sonrası Mehmet, kayıvalidem ve ben tekrar dışarı çıktık. Yürüyerek kariye müzesine gittik. Normalde müzeler pazartesi tatil oluyor diye nette hiç bakmadım bile. Meğer çarşambaları kariye kapalıymış. Sadece yan tarafındaki sahabenin ruhuna fatiha okuyup, Aaaa ne kadar yakınmış, eve 5 dakika yürüme mesafesinde, neyse tekrar geliriz diyerek başka yerler keşfetme arzusu ile aşağı yollardan evin civarına kadar geldik. Akşam yemeği için gidip turşucudan turşu aldık. Pazar içine girip pişmiş tavuk aldık. Eve gelince sadece bulgur pilavı pişirdik (daha doğrusu annem pişirdi) ve yedik. Mehmet şimdi annemi kuzucuğun evine geri götürdü. Biraz evvel de gecikeceği için telefon açtı. Meğer bugün kuzucuğun doğum günüymüş ve yenge hanım sürpriz olarak pasta almış. Kutlama yapıyorlarmış. Biz şimdi verda ile meyve yiyeceğiz. Gülse ise elinde elektrikli süpürge evi süpürmeye çalışıyor.

1600 kilometre

bu yazıyı yazalı okadar oldu ki, resimsiz buraya koymak hiç içimden gelmiyor ama resimleri yerleştiremiyorum. napalım resimsiz olsun bu yazı da. bu kadar bekledikten sonra bir kısmını hb'ye yatıya gittiğim gün onlar kanaviçe yaparken ben de elimde olan resimleri yerleştirdim ama tamamını değil.

Pazartesi öğlende mehmet geldi. akşam için karayollarının misafirhanesini ayarlamış. Kalan eşyaları toparladık. O arada dilber ve erkek arkadaşı geldi (eşyalarımızı alan hemşire). Onlar da alacakları bardağı, çanağı paketlemeye başladılar. Güvenlik görevlisinin getirdiği market arabasıyla üç tur yaptık ve zorla hepsini arabaya sığdırdık. Bir saatten daha fazla ayakta (alışveriş merkezinin kapısında) bekledikten sonra kargo geldi ve üç büyük kolimizi ve plazma tv’mizi aldılar.
Ücret olarak da, eşyalarımızı sattığımız paranın yarısını istediler. Eşyalar o akşam samsuna doğru yola çıktılar. Arefe günü de yerine ulaşmış. Mehmet valizini de alıp daha sonraki günlerde kalacağı yere götürüp bıraktı. Evden ayrılmak öyle garip geldi ki, buraya da alışmışız. Burayı da evimiz olarak benimsedik. altta apartmanimizin girisi goruluyor.

Evleneli daha 1.5 yıl oldu ama biz ikinci evimizi boşalttık. Zaten çabuk alışırım ve öyle bir bağlanırım ki ayrılmak güç olur. Tepesine kadar yüklü arabamızla misafirhaneye gittik ve odamıza yerleştik. Sadece 1 saat kadar istirahat edip Mehmet için hemşirelerin düzenlediği yemeğe katılmak üzere ofisteki daha önce görmediğim bir restauranta gittik. Bina güvenlikli bir iş merkezi. İçerisi de acayip kalabalıktı. Ama ben pek sevmedim. Sanki biraz sonra bütün tabaklar kalkıp okey oynanmaya başlayacak gibi bir hava vardı. Yuvarlak bir masa ve bir de ona bitişik uzun bir masa hazırlanmış. Oturma düzeni bir garip oldu. Ben daha çok yanımdaki hemşire ile konuştum. Daha doğrusu o laf attığı için konuştuk. Daha önce bize gelmişlerdi. Mehmet ise diğer tarafa dönüp personel ve teknisyenle konuştu. Karşımda oturan çiftin (hemşire ve diş hekimi) çocukları vardı ve herkes (yani tüm hemşireler) o çocukla ilgilendi. Daha önce de farkındaydım da o gece iyice anladım ki çocukları zaten çok sevmem çirkin çocukları hiç sevmiyorum. İçimden İnşallah bizim çocuğumuz olursa güzel bir şey olur (gerçi güzel çirkin insan çocuğunu her şekilde sever) diye geçirdim.
Ertesi sabah Mehmet işe gitti. Ben geç kalktım. Öğlene doğru bana simit alıp geldi. ev sahibini ve kapıcıyı aradı. Ev sahibi telefona çıkmadığı için (depozitoyu geri almak için) kızıp durdu. Sonunda 12 gibi yola çıktık. Böylece Diyarbakır günleri benim için bitmiş oldu.

Urfa yolunda jandarma durdurdu, Mehmet kimliğini göstermiş. Meğer radara yakalanmışız. Para ödemeden kurtulduk. Yolda durduğumuz bir tesiste tuvaletleri pis görünce sinir oldum ve arkadaşı ile laflayan çalışana ’tuvaletleri temizlemiyorsunuz ama 50 kuruş almayı biliyorsunuz’ dedim. Mehmet halime güldü, her zamanki gibi efsane döndü dedi.

Antep’e varana kadar yol tabelalarının, korucuların Urfa-Diyarbakır yolu üzerindeki bekledikleri yerlerin (buraların tabiki bir ismi var ama benim aklıma gelmiyor, mevzi imiş mehmete sordum.), fıstık ağaçlarının (daha çok urfada), fıratın resimlerini çektim.

Fırat dicleye göre çok daha büyüktü. Urfa antep arasında otoban ücretsizdi (her zaman)(belki de henüz tm bitmediği içindir) Mehmet her şey doğudaki insana parasız, bu haksızlık deyip durdu. Gaziantepe vardık ve arabayı mecburen kapalı bir otoparka bıraktık. Otopark turistik Gaziantep çarşısının kapılarından birinin yanındaydı. Ama biz bu çarşının yabancı damatın çekildiği çarşı olmadığını düşünüp üşüyerek çarşının etrafında gezindik ve öğrendik ki bu o çarşıymış. Dizide çarşının yazısını gösteriyorlar ama içini göstermiyorlarmış meğer. Çünkü çarşı modern olmayan eski bir alışveriş merkezi gibi bir şey. Turistik olmakla da alakası yok, turist orada ne yapsın? Daha çok yerli halk geziniyor. Üçüncü sınıf mağazalar var. Tuvaletinde orada çalışan genç bir kıza nereden bakır alabileceğimi ve otantik bir çarşının olup olmadığını sordum. Kız bana bakırdan hoşlanmadığı için bakırın nerede satıldığını bilmediğini söyledi. Ama gümüş istersem tuvaletle aynı katta olduğunu söyledi (gerçek gümüş değil). Ne kafa ya! İnsan yaşadığı şehri nasıl bilmez? Birkaç adım ötede çok güzel bakırcılar çarşısı vardı. Onu da alışveriş merkezindeki ahmad tea aldığımız adama kerebiç kalıbını nereden bulabileceğimi sorduğumda öğrendik. Maalesef ki hava karamak üzereydi ve çok az dükkan açıktı. Doya doya hiçbir şeye bakamadım. Maraştan alamadığım fıstık kıracağını ve iki tane kerebiç kalıbını aldım.
Bir de çocuklar için üretilen yürüteci çok beğendim ama arabada yer olmadığı için ve nasıl olsa kendi çocuğumuz yok diye almadım.
Ama bu çarşıdaki her şey çok güzeldi. Mehmetin bile hoşuna gitti. Bissürü bıçak ve bir de mangal için şişler vardı. Bu çarşının sonunda baharatçılar vardı, oradan antepte ünlü olan tarhun otundan ve uzun zamandır istediğim zahterden aldım.
Çarşının üstü açıktı ve tüm iş yerlerini ahşap kepenklerle (yada panjur diyebiliriz belki) kapanıyordu. Resmini çektim ama hiç güzel çıkmadı. Oradan çıkınca çok yakında olan ünlü imam çağdaşa gittik. Antep’in en ünlü baklavacısı. İçerisi fabrika gibi işliyordu. Bissürü adam bissürü baklava tepsisini paketliyorlardı. Dış cephesi de içerisi de çok güzeldi. Ben ali nazik, Mehmet kuzu şiş yedi. Yanında da şalgam içtim. Mehmet eti çok beğendi.

Benimkisi de güzeldi ama bana biraz ağır geldi. Karnımız çok doyduğu için sadece bir porsiyon baklava istedik. Cevizli olmuyormuş, sadace fıstıklı yapıyorlarmış. Yedik harikaydı. sonrasında bol bol çay içtik . çayları da güzeldi.
Çok fazla siparişleri olduğu için bayramda dışarı baklava satmıyorlarmış. Kasaya gittiğimizde çok ısrar ettim ve (yemediğim hakkımı istiyorum dedim) bana 8 tane baklava sattılar. Bir de mehmetin kardeşlerine birer paket fıstık aldık. O da harikaydı. Daha sonra gece baklavadan iki tane yedim ama önceki yediğim daha güzel gelmişti. Arabayı alıp sora sora öğretmen evini bulduk ama sadece kendisini, kapısını değil. 10-15 dakika kapısını bulmak için sokaklarda turladık. Bu sayede antepin çarşısını da gördük. Gayet güzel mağazalar vardı. Bu arada mehmete tarif veren ve tarifin sonunda ‘sol kolumun üzeri’ diyerek sol bileklerini tutan adamlar mehmeti bayağı eğlendirdi (yani tarifleri ile elinle koymuş gibi bulacaksın gibi bir anlamı vardı herhalde). Maalesef ki antepte başka bir şey göremedik. Eşyalarımızı odaya bırakıp yürüyerek banka aramaya çıktık (ev sahibi parayı yatırdı mı diye bakmak için). Hava bayağı soğuktu. Adam yatırmamış ve Mehmet sinir oldu. Salep içip biraz ısınmak için özsüt’e girdik.

Sanırım türkiyenin hiçbir yerindeki şubesi bu kadar güzel değildir.

Salepleri bitmiş (nasıl oluyorsa?) kahve içtik. Yürüyerek tekrar öğretmenevine döndük. Sabah kurduğum saati kapatıp uyuya kalmışım. Mehmet kaldırdı ve 6 yerine 7 de yola çıktık.

Nizip, Birecik, Antep, Osmaniye…. Her geçtiğimiz yerde etrafı inceliyoruz. Çünkü mecburi hizmet yüzünden her memlekette bir arkadaşımız var. Yollarda benzinimizi totalden almaya çalıştık. Çünkü 75 ytl’ye çeyrek bilet veriyordu. Normalde para ile almadığım için yılbaşı gecesi Muhammed ve bana eğlence olur diye düşündüm. Mehmetle de anlaştık, biletler benim ve bir şey çıkarsa istediğim yere bağışlayacağım. Diyarbakır, antep, adana ve gebzeden olmak üzere 4 tane biletim var. Daha 2-3 tane daha bilet alabilecekken yollarda total bulamadığımız için alamadık. Her aldığım biletin no’larını ve aldığımız şehri yazdım.
Otoyolda mola verip kahvaltı yaptık. Adana’nın Ceyhan ilçesinde uzaktan da olsa dağın tepesindeki kalenin resmini çekebildim.
Yılan kale (diğer adı şahmeran kale) dağ kaleleri zincirinin ilk halkasıymış. Rivayete göre şeyh meran adında bir şahıs burada yılan üretir ve terbiye edermiş.
Adanaya 30km kala oto yolda yol kenarlarında kaktüsler vardı. Şehirde de vardır diye umuyordum ama göremedim. Yol boyunca karlı torosları seyrettik. Adanada yol kenarlarında ağaçlar mandalina ağaçlarıydı. Bayağı güzel görünüyorlardı. Önce üniversiteye çıktık. Seyhan nehrini ve barajı görmek için. Ama boşuna çıkmışız. Nehri oradan göremedik.

Ama üniversite (balcalı kampusü) bayağı güzeldi. . Yol boyunca ağaçlarla kaplıydı. Adanada bayağı gezindik ama ne güzel bir caddesini ne de tarihi bir eser gördük. Tek görebildiğimiz sabancı camii oldu. Ortadoğunun en büyük camisiymiş. Gerçekten de çok büyüktü. Biz içine ayrı ayrı girmek zorunda kaldık. Çünkü arabamızı caminin önüne bıraktık ve birisi camını vs kırar diye birimiz başında bekledik. Camii tam Seyhan nehrinin kenarında. Otoparkı yok, yeni yapılıyor. Önce ben gidip gezdim. İçerde 11-12 yaşlarında 5 tane kız geziyor ve resim çekiyorlardı. Çenemi tutamadım ve her yerin bir adabı olduğunu, mabede saygı için buna uymak gerektiğini, bunun tesettürle bir alakası olmadığını, vatikana da kolsuz tişört ve şortla girilemediğini, başlarını camiye girerken örtmeleri gerektiğini anlattım (napayım çenem durmuyor). Kızlar bilmiyorduk dediler. Belki benden kurtulmak için öyle söylediler yoksa bu ne cahillik. İleride tarihi eser olarak kalabilecek bir eser. Hemen camiden sonra çok büyük ve güzel bir park vardı.
yukarda da dediğim gibi gerisi resimlendirilmeyi bekliyor.